"Masumiyet Müzesi" üzerine
Masumiyet Müzesi’ni okudum. Hakkında çok şey duyduğum, çok şey okuduğum bir kitaptı. Orhan Pamuk romanlarından beklentim hep büyük oluyor, bunun nedeni onun diğer yazdıkları değil, daha ziyade dış etkenlere dayalı, Pamuk ismi etrafında yaratılan o gösterişe. Neyse...
Masumiyet Müzesi üzerine pek çok görüş ileri sürüldü. Onun Orhan Pamuk’un en Türkiyeli romanı olduğu, burjuva sınıfı ile alt sınıflar arasındaki çatışmayı anlattığı ve burjuva ahlakına yönelik bir itiraz taşıdığı, vs. Kendi adıma bu görüşlere pek katılmıyorum.
Türkiyelilik meselesi de yine bana göre tartışmalıdır. Çünkü okuduğumuz karakterler ve yaşadıkları mekânlar, İstanbul’un belli semtleriyle sınırlı olmakla birlikte, yaşananlar da oldukça Batılılaşmış ve görece daha zengin sınıfların hayatlarını yansıtmaktadır. Yalnızca zengin Kemal’in hayat tarzı değil, fakir Keskinler’in yaşamında da Türkiyeliliğe doğrudan bir vurgu yer almamaktadır. Hatta meseleyi bir adım daha ileri götürerek söyleyeyim, Orhan Pamuk’un Türk insanını anlatış biçimi, bu insanın inançlarını, adetlerini ve değer yargılarını yansıtış biçimi – az veya çok – bir alaycılık ihtiva etmektedir. Doğrudur ya da yanlıştır, haklıdır ya da haksızdır fakat kesin olan şu ki bu türlü bir yansıtma şekli Batı’nın oryantalist bakışına uygun bir tarzdır. Türk insanı, bireysel değil ama roman boyunca yer alan genellemelerde özellikle, bir otantik tat unsuru gibi durmaktadır.
Benim için Masumiyet Müzesi romanının en önemli özelliği Masumiyet Müzesi’dir. Romanda yer alan nesnelerden, eşyalardan veya herhangi bir şeyden bir müze kurarak, romanın kurmaca dünyasını gerçek dünya ile kesiştirme fikri, ilk duyduğum andan itibaren beni etkiledi. Kurmacayı dramatize etme, ona gerçeklik kazandırma çabası ise, bu fikir de aynı çaba uğrunda atılan zekice bir adım. Okur, bir romana başlarken, yazarla bir anlaşma imzalar. O romanda anlatılanların “gerçek” olduğuna yönelik bu anlaşma vasıtasıyla okunur her roman. Hal böyle iken, romanın gerçekliğinin, Çukurcuma’nın dar bir sokağında karşımıza çıkıyor oluşu başlıbaşına büyüleyicidir. Bunun yöntemi pek tabi ki tartışılabilir. “Müze şöyle yapılsaydı daha iyi olurdu”, “Romanda müzeye yönelik şunlar şunlar yer alsaydı...” filan gibi cümleler meselenin özünü değiştirmiyor.
Geleyim romanın kendisine. Roman kurgusu açısından ilgi çekici ve merak duygusunu sürekli canlı tutabilmesiyle gücünü koruyor. Ancak karakterlere geldiğimizde aynı övgüyü yapmak zor. Kemal haricindeki karakterlerin bütünüyle ete kemiğe büründüğünü söyleyemem. Bilhassa da romanın kilit kişisi Füsun’un muğlaklığı beni rahatsız etti. Fiziksel özellikleri, güzelliği filan tamam, bunları biliyoruz fakat ruhsal yapısına yönelik sağlam bir izlenim uyanmıyor. Böyle olunca da Füsun’un nerede ne zaman ne yapacağını kestirmek güç. Bu durum yazar için pek çok imkan sunsa da okur açısından bakıldığında bir eksiklik bana kalırsa. Füsun’u intihara götüren süreç örneğin... Bu sürece dair ne biliyoruz? Bütün bildiğimiz Kemal’in bakış açısından, doğru, buna diyeceğim yok fakat Füsun’un davranış ve sözlerinin verdiği bir izlenim yok ortada. Hal böyle olunca da okuduğumuz dört yüz küsur sayfanın sonunda, Füsun’un ne yapacağına yönelik duyduğumuz merak, roman kurgusunun başarısı olmaktan çok, karakter belirsizliğinden doğan bir muğlaklık oluyor. Kemal’in burjuva arkadaşları da birer tip olmaktan öteye gitmiyorlar. Hatta Füsunların evinde geçen sekiz yıl boyunca, Füsun’un babasının neden orada bulunduğunu, ne yaptığını, bütün olan bitenler hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz.
Muğlaklıktan bahsetmişken, devam edeyim... Füsun istemediği bu kadere annesinin zoruyla mı boyun eğdi? Aşkı ve ailesinin dayatması arasında mi boğuldu? Güvenmek istediği erkekte o güveni bulamayıp mı yönünü kaybetti? Hayalleri olduğunu biliyoruz, peki yirmi beş yaşında hayallerine bu kadar çabuk veda etmesinin nedeni nedir? Füsun, Kemal’i sevdi mi? Füsun’un Kemal’le evlenmeyi kabul etmesiyle, intihar etmesi arasında çok kısa süre var. Bu sürede ne oldu da o yolu seçti? Sorular artırılabilir. Fakat burada önemli olan, romanın sonunda bu denli çok soruyla baş başa kalıyorsak, ortada ya bir eksiklik ya da kasıtlı seçilmiş bir muğlaklık olduğudur. Muğlaklık tabi yazarın işini kolaylaştıran bir olgu fakat okur yönünden aynı şeyi söylemek kolay değil. Kendi adıma bir okur olarak, bunca uzun bir hikâyenin sonunda bu türden sorularla baş başa kalmak istemezdim.
Karakterlerdeki belirsizlik yanında bazı olayların da inanılması güç oluşu okuyanın zihninde soru işaretleri yaratsa da konunun insanı cezbeden ilginçliği o soruları geride bırakıyor. Yoksa mesela, bir ailenin haftada dört akşam bir akraba tarafından ziyaret edilmesi ve bu durumu garip karşılamak bir yana memnuniyete varan ilgi göstermeleri ne denli inandırıcıdır? Fakat olayların gelişimi ve merak duygusu bu gibi soruları çabucak geri plana atmamızı sağlıyor.
Orhan Pamuk, benim için bir mekân ve detay yazarıdır. Romanlarında yer alan öyle çok nesne, detay, dönemin özelliğini yansıtan yapılar, markalar, reklamlar, mağazalar ve eşyalar yer alır ki onun gösterdiği bu dikkate hayran olmamak elde değildir. Masumiyet Müzesi de bu yönüyle çok etkileyici bir roman. Bir diğer önemli nokta, Pamuk romanlarındaki samimiyettir. Anlatıcı ya da baş karakterin samimiyeti öyle ileri boyuttadır ki, hiçbir sınır, mahrem, kaygı taşımaksızın bütün benliğini sunar okuyucuya. Zannediyorum, romanda olan olaylara kolayca inanmamızı da karaktere duyduğumuz yakınlık ve içtenlik duygusu sağlamaktadır.
Peki, masumiyet bu işin neresinde? Füsun’un sessiz hayallerinde mi? Kemal’in ihanetleri, yalanları sonrası kaybettiklerinde mi? Hep aranan ama bir türlü ulaşılamayan bir tür uzak ada mı masumiyet?
Sonuç olarak, tekrar edeyim: Masumiyet Müzesi, sadece ve sadece müze fikriyle bile iyi ki böyle şeyler yapılıyor dedirten bir roman. Romanda okuyup gözümüzde canlandırdığımız eşyaların, anların, mekanların, müzenin duvarları boyunca yerleştirilmiş kutular içerisinde fiziksel birer varlık olarak yer alıyor olmaları gerçeklik hissini ileri bir seviyeye taşıyor. Bu yargının tersini savunmak da mümkün olabilir ama. Roman gerçekliği, okurun tasavvuru sayesinde etkileyici olabilen bir gerçeklik olup, müze fikri, roman sanatını görsel başka sanatlara yakınlaştırmasıyla bu mahrem tarafı törpüleyen bir işlev görüyor şeklinde özetlenebilecek başka bir görüş de ileri sürülebilir. Önemli bir tartışma bana kalırsa...
Müzenin kendisi de belki başka bir yazıya konu olur.
Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk
YKY, 2013
Yorumlar
Yorum Gönder