Mekân Ruhu: Baştan aşağı Akdeniz kokan bir kitap

Mekan RuhuBirkaç yazda okudum bu kitabı. Hak ettiği önemi vermedim dersem yanlış olur, fazla önem vermekten oldu, başka mevsimde okunmazmış gibi, hatta Akdeniz’de okunmalıymış gibi bir hisse kapıldım ve bu kitabı her yaz Ege’ye giderken yanıma alıp orada okudum. Geçen yaz bitirdim, ancak şimdi üzerine yazıyorum. Çok muhtemel ki bir defa daha okuyacağım. Çünkü ağırlığı olan, dingin, çok sevdiğim bir yazarın özel hayatına yönelik bilgiler içeren, onun dünyaya bakışıyla ilgili işaretler veren bence çok güzel bir kitap (bir kitaba ‘güzel’ demek hâlâ tuhaf geliyor).
Kitabın alt başlığından anlaşılacağı üzere bu kitap “Akdeniz Yazıları” ile dolu, Akdeniz’le dolu. Lawrence Durrell’ın yaşadığı yerler, Korfu Adası, Kıbrıs, İskenderiye, Belgrad...Her gittiği yerde yerleşik olmaya çalışıyor, bende de vardır bu, evi, çalışma mekânı, komşuları, gezintileri, arkadaşlarıyla oranın bir yerlisi gibi yaşıyor. Ben de öyle çalışırım. Genelde yüksek yerlerde oturmuş, güzel manzaralara bakmış, hayatı hep yoğun, yazılacak ve yapılacak pek çok şeyi olmuş. Yazdıklarını eşine dostuna anlatıyor, onların görüşlerini öğrenmek istiyor. Epey mektup yazmış, mektuplarında kendini pek sakınmamış. Yine de bir yazar megalomanisi, kendini sakınma, biraz gizleme, yazacaklarıyla önemli biri olacağı düşüncesi gibi şeyler var onda da.
İskenderiye Dörtlüsü için İskenderiye’deyken notlar alıyor fakat kitabı farklı bir yerde – ne kadar farklı olabilir ki başka bir Akdeniz kenti – Kıbrıs’ta, Girne’de yazıyor.
“...Şu anda öğretmenlik ve inşaatçılık yapmaktan bitkin durumdayım ama İskenderiye üzerine olağanüstü bir romanın 25.000 sözcüğünü yazmış bulunuyorum. Bu kitap elbette hiç kimsenin hoşuna gitmeyecek ama beni çok sarıyor.
Kitaba – kitaplara – dair bazı ipuçları bulmak mümkün. Meselâ onlardan biri, kitaptaki polis şefi Scobie, şu paragraftaki Smartie değil de kim?
Smartie’nin ilk anlattığı hikâye, sanata ve bilime yatkın bir ruhu tam olarak yansıtıyordu; kendi yanlışlarıyla ilgili bütün hikâyeler gibi bunu da kendisiyle gırgır geçerek ve ah o günler diyerek anlatmıştı, Kahire’ye güven mektubuyla küçük bir memur olarak atandığı zaman deftere imza atmayı unutmakla kalmamış, göreve başlamak için kendini takdim etmeyi unutmak gibi büyük bir suç işlemiş. Bu gecikmenin nedeni birisinin ona İskenderiye’de bir genelevin üst katında oturan C.P. Kavafis adlı hiç tanınmayan bir Yunan şairini tanıtmasıymış. Smartie onu ziyaret etmek için dayanılmaz bir istek duymuş ve birkaç günü onunla edebiyat konuşarak geçirmiş. Azarı yememe değdi, diye ekliyordu.”
“...Onun vefatına ağlamaya kalkışamam – kıkırtıları hâlâ kulaklarımda. Ayrıca bir keresinde kendisi bana, ‘Sufî şair Celaleddin Rumi’yi ve şiirle ilgili konuları konuşmak için neredeyse her şeyimi verebilirdim,” demişti – “mümkün olsa da insan o canavarı ele geçirebilse.” Belki de buldu. Her nasılsa ben bunları yazarken onların hayaletlerinin konuşma ve gülüşmelerini duyuyorum.
Bu kitap bir Akdeniz kitabı. Baştan sona, tepeden tırnağa. Durrell’in mektuplarında dahi insan o eski uygarlıkların, antik kentlerin, mitosların seslerini duyuyor. Rodos’tan yazdığı 1946 tarihli bir mektupta Ege adalarından söz ediyor:
r-h-productions-lawrence-durrell-s-house-kouloura-corfu-greek-islands-greece
Lawrence Durrell'ın Korfu Adası'nda kaldığı ev
Lütfen, gelecekte ziyaret edilmek üzere, şu adaları bir kenara yaz – Patmos! Şimdiye kadar gittiğim hiçbir yerde görmediğim kadar tuhaf atmosferiyle düpedüz bir orta çağ – Karpatos – soluk tebeşirsi, bir gelincik kadar güzel, temiz, tarih öncesinden kalma etsiz bir kemik – insan soyunup ağaçlara tırmanmak istiyor – Kos – çok aa! Hii! Harika! Yeşil yeşillikli ve biraz teskin edici – Kos şarabı bu günler tam bir fiyasko – Rodos büyük karanlık karın boşluğunun DİŞİL ÖZÜ!! İtalyanlar onu iğdişleştirmiş ve tatlılaştırmış – o güzelim dalgalı dişiliğini zayıflatmış.
Peki, Belgrad ya da işte Sırbistan Akdeniz midir? Veya Bosna-Hersek? Bundan emin değilim. Evet Adriyatik’in kıyısından içeri doğru kıvrılıp bir saat kadar yol alınca Mostar’a ulaşmıştım, coğrafi olarak ya da uzunluk birimleriyle konuşunca denize yakın, Akdeniz denebilir. Ancak, orada gördüğüm toprak, yeşil, nehir ve şehir, yapılar, insanlar, hiçbiri bana Akdeniz’i anıştırmamıştı. Fakat Durrell kitabına oradan da bir anı koymuş. Türk kasabası diye bahsettiği yer Mostar’a o kadar benziyor ki, orası mı başka bir yer mi emin olmasam da beni öyle düşünerek okudum.
“...Bu büyük Alp platosunu geçmek bütün günü alıyor, sonra akşama doğru yol yokuş aşağı inmeye başlıyor, kararsızlık geçiriyor, asılı iki koyak arasında bir suyu tazı gibi izliyor. Sel suları hızla akıyor, kartallar uçuyor. Dolanıp bir kaya çıkıntısına geliyorsun ve – tahmin et ne görüyorsun? Bir Türk kasabası – temizinden 1795. Donuk inci rengi ampulleriyle minareler, üzengi demirlerinin şakırtılarıyla ve peçeli Türk kadınlarının alçak sesli, karanlıksı gevezelikleriyle birlikte kasabanın bir başından öteki başına kadar şırıltısı duyulan bir ırmağa yukardan bakan dağların dik yamaçlarına kurulmuş kafesli evler. Türk mahallesindeki bütün evlerin pencereleri perde arkasındaki kızları gizlemek için tahta kafesli. Kahvehaneler renkli tahta kafeslerle çevrilmiş. Eski evler tepelere serpiştirilmiş sevimli kuş kafeslerini andırıyor. Bütün kasabada söz gelimi Lear tarafından çizilmiş bir 19. yüzyıl resmi havası var. Camiler, minareler, fesler – Doğu’nun varlığını anımsatırken ırmak havayı serinletiyor ve sular sıçratarak kasabanın ortasından geçiyor, üzerinde bilmem kimin öldürüldüğü köprü (şimdi ona Halkın Köprüsü diyorlar) 80 falan yıldır durduğu yerde bütün zarifliğiyle ama uğursuz bir şekilde duruyor...”
Birkaç sayfa sonra Belgrad için sorduğum Akdeniz mi? sorusuna yanıt veriyor Durrell. “Tanrım! Bu yer Akdeniz’den öylesine uzak geliyor ki bana.
Ben her sene Ege’ye (yani Akdeniz’e) geliyorum. Buraya tutkuyla bağlıyım. Burada olmadığım zamanlarda geleceğim günü, burada geçireceğim zamanları, hedonizmin koynunda düşüncelere dalacağım zamanları hayal ediyorum. Bütün bir yılın kirini, pasını, dağdağasını atıyorum üzerimden burada. Zihnimin temizlendiğini hissediyorum. Çünkü Akdeniz, sırf var olmasıyla, sırf kendisi olmasıyla bile insana geri kalan dünyayı unutturabiliyor. Bunu neden anlatıyorum. Çünkü çok kesin olarak biliyorum ki Lawrence Durrell de benimle aynı şeyleri hissetti, yaşadı. Onun Yunanistan aşkı insanı nasıl da heyecanlandırıyor:
“...Yunanistan’da geçirdiğimiz çok yorucu ama olağanüstü güzel tatilden yeni döndük; daha çılgınca olan bölümü; Halkidikya, en ucunda Atos Dağı’nın bulunduğu burun. Denize yakın bir koru, dev çınar ağaçları. Gerçekten harika bir ay. Bize yemek pişirecek yaşlı bir kadın bulduk. Yalnızca yüzdük, oturup meyve yedik, hiçbir şey düşünmedik...”
Hedonizmden bahsettim. Hedonizm, yani konfor, keyif, zevk edimi, öyle tesadüfen insanın karşısına çıkan, bir yerde rastgele bulunan bir meyve gibi değildir. Yıllar içerisinde öğrendim ki bu, emek ve bir tür kabiliyet gerektiren, çabayla ulaşılabilen bir mükafattır.
Yazmaya zamanım yok ne yazık ki! Üstelik şu anda kafam kitaplarla dolup taşmakta. İskenderiye üzerine iyi bir kitabı kağıda dökme cesaretini gösterdim ama şu anda ona çeşni verecek o küçük ve fazladan enerjiyi içine enjekte edebilmem için gerekli sinir bunalımını körükleyecek zamanım yok... Yaşlanıyorum. Artık şiir yazamıyorum – çok yorgunum. Beni gerçekten mutlu eden şeylerden biri sevişmek; öteki de güneşte uzanmak – hazzın önemini anlamak ve hazzı gerçekten yaşayacak kadar kendi içine dönük biri haline gelmek çabayla elde edilen bir şey...
Neler neler söylüyor bu iki paragrafta baksanıza. Bir kitaba tat verecek, koku verecek o zenginliğin bir tür sinir bunalımından doğacağını belirtiyor öncelikle. Yani bir romanın bütünüyle planlı, baştan sona kadar tasarlanmış bir yapı olmadığını... Sonra, şiirin yorgunluk kaldırmadığını. Şiirin enerji ve coşkunluk istediğini. Son olarak da bahsettiğim haz meselesini, hazzın çaba ile elde edilen bir şey olduğunu ama çabanın yanında da insanın kendi içine dönmesi gerektiğini.
Şimdi bütün bunlar, bütün bu fikir ve önermeler, bir bildirinin, konuşmanın, tezin içinde yer alsa belki bu kadar çarpıcı olmazdı. Fakat hepsi de iki paragraf arasında, başka bir yazara, T.S. Eliot’a yazdığı gayet dostane bir mektupta herhangi bir sohbet olarak geçince, işte diyor insan, işte başka bir zeka, başka bir bilinç!
Mektuplar kısmını geçtikten sonra, Durrell’ın, özelde Akdeniz, genelde de peyzaj üzerine yazdığı denemelere geliyoruz. Sağda solda pek tartışılmaz bu, üzerine yazılıp çizilmez. Benim için önemli bir mesele ama. Bir mekânı, bir bölgeyi, bir coğrafyayı düşünelim ve de oranın insanlarını. İnsan mıdır o mekanı kuran, oluşturan; yoksa o peyzaj mı belirler oradaki insanın niteliğini?
“...Kişileri neredeyse bir peyzajın işlevleri olarak gördüğümü rahatça kabul edebilirim. Bu düşünceye son yıllarda vardım, epeyce seyahat ettikten sonra – ama yine de bu noktada kullandığım sözcük konusunda kuşkularım var çünkü ben ‘gezi yazarı’ olmaktan çok ‘yerleşik yaşayan’ bir yazarım. Benim kitaplarım her zaman bir yerde yaşamakla ilgilidir, o yerlerden alelade geçip gitmekle değil. Ama yavaş yavaş insan Avrupa’yı tanımaya, farklı ülkelerin şaraplarının, peynirlerinin, kişilerinin çeşnisine bakmaya başlayınca, bütün kültürlerin en önemli kurucu öğesinin yine de mekân ruhu olduğunu fark etmeye başlıyor. Nasıl belli bir bağdan, ayırt edilebilir özellikleri olan belli bir şarap elde edilirse, bir İspanya, İtalya, Yunanistan da her zaman aynı türde kültür üretir – yaban çiçekleriyle nasıl kendini dile getiriyorsa insanlar aracılığıyla da dile getirir. Bizler genellikle ‘kültür’ü insan iradesinin yarattığı bir çeşit tarihsel örüntü olarak görürüz, benim için bu artık kesin bir doğru değil. Örneğin bir İngiliz’in ya da Alman’ın, Tacitus’un ilk betimlediği günden beri hiç değişmediğine inanıyorum; ayrıca insanlar Yunan ya da Fransız ya da İtalyan olarak doğduğu sürece onların kültür üretimleri şaşmaz bir şekilde mekânın imzasını taşıyacaktır.
Tartışmaya değer bir mesele. Öyledir, ne kadar kabul etmesek de, mekândır insanı şekillendiren. Edebiyatta da bu böyledir. Akdeniz yazarlarının yapıtlarındaki ses ortak tınılar taşır, veya Parisli yazarlarınkiler. Lawrence Durrell ile örneğin Panait Istrati. Veya İstanbullu yazarla taşralı yazarın ne kadar aynı şeyleri anlatmaya çalışırlarsa çalışsınlar, muhakkak seslerini ayıran bir nüans vardır. Sözün özü; insan ne kadar mekana şekil veriyorsa, mekan da daha yüksek derecede insanı biçimlendiriyor.
Gelelim en can alıcı yere. Nedir o? Yolculuk. Yolculuk, ama tur olmayan yolculuk, turistin yolculuğu değil, gezginin yolculuğu... Yolculuğun bir fiziksel, dış dünyada cereyan eden tarafı var, bir de içsel, insanın ruh dünyasında ilerleyen tarafı. Kişi yolculuğa çıktığında, yolları kat edip, kıyılar, koylar, ovala, tepeler geçtiğinde; bununla paralel, birlikte ilerleyen bir de iç yolculuğa çıkar. Kendi içine, ruhunun derinlerine. Geçmişiyle hesaplaşma, geleceğini tasavvur etme, bugününün muhasebesini yapma... İşte keşif asıl orada başlar. Gözün gördükleriyle sınırlı kalmayıp, ruhun duyduklarına eğildiği zaman. Asıl yolculuk orada başlar. Durrell, peyzajla ilgili yazdığı yazının devamında şunu söylüyor:
“...Bu açıdan bakıldığında yolculuk herkes için – ama en çok da kök salacağı, yaratıcılık yeteneğini kullanacağı besleyici topraklar arayan sanatçı için – çok önemli bir tür sezgi bilimi haline gelir. Herkes kendi ‘bağlaşıklarını’ böyle bulur – kafasının birden fikirlerle dolup taştığını hissettiği peyzajlar vardır, ruhunun yarısının uykuya daldığı ve kalem kağıt düşüncesinin bile midesini bulandırdığı başka peyzajlar. Çünkü yazarların her birinin, kendilerini çeken, yüreklerinde yatan kişisel bir peyzajı varmış gibi görünüyor...”
Mekan Ruhu bu türden daha pek çok bilgece tespit ve değerlendirmelerle dolu bir kitap. Yine de insan sormadan edemiyor, İskenderiye Dörtlüsü, son tahlilde bir kentin destanıydı. Burada tanıdığımız yazar ise düpedüz taşranın, kıyı kasabalarının insanı. Bu Akdeniz kıyıları mı doğurdu o romanları, yoksa daha bilmediğimiz çok şey mi var?
Bu yazıyı, Lawrence Durrell’in, insanın içini yumuşatan ve okuyanı hayallere daldıran o duyarlı bakışıyla çizdiği bir tabloyla bitirelim.
“...Yalnızca geriye eski bağlılıkların ve aşkların kırıntıları kalmıştı, bunlar da şimdi acı değil haz veriyordu. Ayın ışığı öylesine parlaktı ki suyun içinde ağaçların yansımalarını görebiliyordum. Evin tam altında küçük bir balık, açılan bir şişe mantarı sesiyle yüzeye vurdu. Gece denizinin pürüzsüz derisi yeniden ayna gibi dümdüz olmuştu. O gece uzun süre, yatakta uyanık yattım, o gün yaşananları düşündüm, odanın karanlık tabanına dışarıdan boca edilen ay ışığını seyrettim. Ara sıra deniz, uykusunda dönen bir çocuk gibi hafifçe iç çekiyordu. Vigla yönündeki uzak yamaçlarda bir tilki bir kez uludu ve sustu. Yavaşça yokuş aşağıya, uykunun gölüne doğru kayıyordum, ama bu öylesine yavaş bir süreçti ki, bir durumun ötekiyle üst üste bindiği noktayı fark edemedim. İpek gibi kaynaştılar.”
Mekân Ruhu
Akdeniz Yazıları
Lawrence Durrell
Çev. Ülker İnce
Can Yayınları, Eylül 2008

Yorumlar