Kimisi için jonglörlüktür yaşamak!
Bir koltukta iki karpuz taşımak... Bir ömre birden fazla hayat sığdırmak... Bir bedende birçok kişi taşımak... Tarih boyu pek çok kimsenin derdi oldu bu olay. Pek çok sanatçının. Hele ki bizim ülkemiz gibi ülkelerde. “Yazarım” dediğinde, “Peki, ama mesleğin nedir?” sorusuyla karşılaştığın yerde. Maalesef böyle. Bunun bir mecbur kalınan hali var, bir de içgüdüsel olarak böyle yaşama hali. Kimisi gönlünden geçeni yapabilmek için, yaşayabilmek için, mecbur olduğu bir dolu başka şey yapmak zorunda kalır. Kimisi de içinde duyduğu istekle, heyecanla, arzuyla farklı farklı uğraşlara sarılır. Hiçbirinden vazgeçemez.
Hangi kanattayım bilmiyorum ama bunu hep duydum içimde. Hiçbir zaman yaptığım şey yetmedi. Çoğu zaman da yaptığım şey tatmin etmedi, asla mükemmel olmadı. O kusurluluk, o yeteneksizlik insanın hayat boyu yanında taşıdığı bir ‘dost hayal kırıklığı’ halini aldı. Hep başka bir şey daha yapmak istedim ya da yapmak zorunda hissettim kendimi. Öyle yaşamış olanlara hep gıpta ettim. Attilâ İlhan’ın, onca romanı yazarken, köşe yazısı da yazmasını, gazete de yönetmesini, senaryolar üretmesini hayranlıkla karşıladım. Lawrence Durrell’ın diplomatlık yaparken ve Akdeniz’in birbirinden uzak adalarında seyahat ederken İskenderiye Dörtlüsü’nü yazmasını. Nâzım’ın komünist kimliği yanında, daha doğrusu onunla birlikte şiirler yazmasını. Romain Gary’nin hem Cennetin Kökleri’ni yaratmasını, hem de savaşa katılmış olduğunu... Gary demişken, o da aynı hissi başka biri için duyduğunu söylüyor:
...Jonglörlüğe Wilno’da, Valentine’le ilişkim sırasında ve sırf onun güzel gözlerinin hatırı için merak sarmıştım. Öbür alanlarda ortaya çıkan yeteneksizliğimi örtmek için, yani annemi sevindirebilmek için, o zamandan beri sürdürüyorum bu işi. Okulun koridorlarında, arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında, işi daha şimdiden beş-altı portakalı atıp tutmaya kadar ilerletmiştim. Kimi zaman, içimde delice bir hırs yükselir, ‘şunu yedi portakal yap, sekiz yap’ derdi bir ses. Tıpkı büyük Rastelli gibi. Gün gelir, belki dokuz portakalı atıp tutmayı başarabilirdim. Bütün zamanların en iyi jonglörü olmak için bu sınırı aşmak gerekiyordu. [...]Neleri atıp tutmuyordum ki: portakallar, tabaklar, şişeler, süpürgeler ve daha elime ne geçerse. Sanata, kusursuz olanı yakalamaya, kesin ve erişilmez başarıya olan açlığım, kısacası yeteneğe olan açlığım böylece alçakgönüllü bir biçimde kendisini açığa vuruyordu. Olağanüstü bir başarının eteklerinde olduğumu hissediyordum, elimi uzatsam yakalayıvereceğim bir başarının. Olamazı olur kılmak, gerçekleşemezi gerçekleşir kılmak için pek bir yolum kalmamıştı. [...]Oynadığım şey altı-yedi topla sınırlı değildi; hayatımla, düşlerimle, bütün benliğimle oynuyordum aslında. Gerçekleşebilir miydi, gerçekleşemez miydi? Bunun hiçbir önemi yoktu; gerçekleşmeliydi. Ama ne yaparsam yapayım şu yedinci top bütün çabamı hiçe indiriyordu. [...]Topları art arda ve büyük bir dikkatle havaya fırlatıyordum, ama daha yedinci topu fırlatır fırlatmaz, bütün düzen bozuluyor, bütün toplar yerlere saçılıyordu. [...]Hayatım boyunca bunu başarmak için çabaladım. Yalnız, kırk yaşlarındayken ve bir başyapıt yaratacağım diye epeyce bir süre oyalandıktan sonra yavaş yavaş gerçeği görmeye başladım ve anladım ki, sonuncu top diye bir şey yoktur. Bu, insanı tasaya boğan bir gerçek. Çocuklardan olabildiğince uzak tutulmalı. Paganini’nin günün birinde kemanını fırlatıp bir kenara atması ve yıllarca elini bile sürmemesi artık beni şaşırtmıyor. Şaşırtmıyor çünkü, O da Biliyordu Sonuncu Top Diye Bir Şeyin Olmadığını.
İçimizde en büyük Malraux’dur. Elindeki topları havaya atıp tutarken görürüm onu bazen - bu işi ondan daha iyi yapan da yoktur - yaşadığı acıyla her defasında yüreğim daralır. Onca pırıltılı başarının ortasında tasalı bir yüz. Sonuncu top hep kapının dışındadır ve tüm yapıtları bu acı gerçekle dokunmuştur...*
Neler yapmadı ki Malraux? Bir kültür tarihi araştırmacısı olarak çıktı yola. Gazetecilik de yaptı, savaşta komutanlık da. Sonra bakanlık. Fransız kültüründe iz bıraktı. Paris’te kalıcı yapılar inşa ettirdi. Elçilik yaptı. Siyaset. Ve de Umut gibi, İnsanlık Durumu gibi, Kanton’da İsyan gibi büyük romanlar yazdı, insan yazgısının hikâyesini anlattı. Hiç tam hissetmedi o da muhtemelen, hep daha iyisini, hep daha çoğunu aradı. Sonuncu topu...
Kimisi için jonglörlük gibi yaşamak. İki top, üç top, altı top... Ama işte insan ömrünün sonluluğu, insanın evren karşısındaki çaresizliği, yazgısını yırtma çabası hep yedinci topu istiyor. Zaten mesele de orada herhalde. Kaç top çevirebildiğin değil, bir fazlasını istemek değiştiriyor işi.
* ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’, Romain Gary, Çev: Alev Er, Agora 2012
Yorumlar
Yorum Gönder