İşe Yarar Bir Şey
Sonda
söyleneceği en baştan söylemeliyim: İşe Yarar Bir Şey izlediğim en iyi
filmlerdendi. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Film boyunca, “Eh be, bu kadar mı
olur bir film? Bu kadar da güzel olur mu?” deyip durdum kendi kendime. Belki
herkese aynı güçte etki etmeyecektir, öyle iddialı, bağıran çağıran bir film de
değil zaten ama benim için harikuladeydi.
Avukat ve şair Leyla, yirmi beş yıl
sonra ilk kez lise yemeğine katılmak için uzun bir tren yolculuğuna çıkar.
Trende hemşirelik son sınıf öğrencisi Canan ile tanışır. Canan’ı son durakta,
ağır bir görev beklemektedir. Ve Leyla yolculuk boyunca Canan’ın anlattıklarına
kendini kaptırarak bu ağır görevde ona yoldaş olmaya karar verir. Bu ağır görev
nedir peki? Vücudunun boyundan aşağısı felçli Yavuz ölmeyi istemektedir. Onu bu
isteğine ulaştıracak kişi de içinde bitmez git-gellerle yola çıkan Canan’dır.
Filmin iki ana bölümden oluştuğunu söylersek pek de yanılmış olmayız sanıyorum.
İlki akşamdan ertesi sabaha kadar Mavi Tren’in içinde geçen bölüm, ikinci bölüm
ise Yavuz’un evinin bulunduğu, Leyla’nın katılacağı lise yemeğinin tertip
edildiği kıyı kenti. Yola çıkış şehrinin Ankara, kıyı kentinin ise İzmir
olduğunu görürüz tabi ama filmde şehir ismi geçmez, zaten önemi de yok bunun.
Filmin yönetmeni Pelin Esmer, senaryo ise kendisi ve Barış Bıçakçı ortak
çalışması.
Birden fazla yönü, özelliği var bu
filmin. Sıradan hayatların estetize edilişi mesela. Trenin camından dışarıya
bakan kamera, o yollarda, kasaba ışıklarında, gün doğumunda ve batımında öyle
güzel resimler yakalıyor ki, “Yahu ben de böyle bir yerde yaşıyorum aslında,”
diyor insan. Bizim mimariden yoksun tekdüze betonarme binalar bile, Gökhan
Tiryaki’nin kamerasında otantik bir havaya bürünüyor.
Sonra filmin diyalogları. Bilhassa
trende geçen ilk bölümde, normalde nasıl olursa aynen öyle gelişiyor tüm
konuşmalar. Barış Bıçakçı’nın kitaplarını ve o kitaplardaki insanların
konuşmalarını hatırlayınca burada da onun parmağı var düşüncesine kapılıyor
insan ister istemez.
Sonra, şehirli, avukat ve şair
kadın. Belki yazan - çizen pek çok kimse de düşünmüştür, “Aa! İşte ben,” diye.
Özellikle de yalnız kalınca, insanları izle, hayaller kur, notlar al, cümleleri
dolaştır dur kafanın içinde... Ne kadar tanıdık, ne kadar ben, sen, o... Hepsi
işte Leyla’da. Kendi yaşantısını dahi bir romanın yahut da şiirin parçalarıymış
gibi zihninden geçiren şair kadında.
Sonra İzmir. Kordon boyu. Ama
güneşli değil, kapalı. Görmeye alıştığımız aydınlık sahil değil filmdeki.
Atmosfere yaraşır bir kapalılık, filmin atmosferine. Nedir o? İntihar isteği,
cinayet jesti... Hayata dair düşünceler. Yavuz’ın evinde, Leyla ile Yavuz’un
konuşmaları. Bu konuşmalara dahil olamayan, belli bir mesafeden ve korumaya
çalıştığı bir yabancılıkla kenarda duran Canan. Yaşam, ölüm ve sanat üzerine
yapılan bu kısa konuşmalar her izleyenin zihninde tezahür edecek sorgulamaların
ilk kıvılcımı adeta. “Ben bu kadarını söyleyeyim, sen düşüne dur sevgili
izleyici,” diyor film.
Peki ya ömrünü bir pencere önünde
geçiren, felçli Yavuz’un, evine apansız giren şair kadını, Leyla’yı tanımasına
ne demeli? Bu kadar iyi fikir olur mu? “Şairler birbirini tanır” mı?
Sonra sesleri var mesela filmin. İki
bölümden bahsetmiştim. Filmin her iki bölümünde de o bölüme fon oluşturan ve
alt yapısını kuvvetlendiren seslerden söz etmek gerek. İlki trenin tak takları.
Hem Canan’ın içinde bulunduğu netameli durumu, hem de şair kadının bu hikâye
karşısında yaşadığı rahatsızlığı izleyiciye aktarmada müthiş bir görev görür
trenin gürültüsü. İkinci bölümde ise Yavuz’un evinde, ölüme doğru
yaklaşılan, sanata dair konuşmalarla bazı anlarda birkaç adım uzaklaşılan
ardından tekrar yaklaşılan o anlarda fonda çello hocasının çellosu vardır. O da
adım adım yaklaştığımız sona bizi hazırlayan, deyim yerindeyse ruh durumumuzu
gevşeten bir rol üstlenir.
Sonra... Sonra, “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?” Ölümün
hemen kıyısında insan, “Tren kaçta kalkıyor?” diye sorar örneğin çünkü işte bu
kadar anlamsız bir şeydir yaşamak. İnsan o denli çaresizdir ki bu yeryüzünde,
ölümle burun buruna gelmeye dakikalar kala aynaya bakma ihtiyacı duyar.
Böylesine saçma bir şeydir yaşamak. Fakat öte yandan da pencereden izlemekle
yetinilemeyecek, buna katlanılamayacak ve bu şekilde olmasındansa ömrün hiç
olmaması yeğlenecek denli de güzel bir şeydir hayat.
Yahu bir film bu kadar güzel mi olur?
Yorumlar
Yorum Gönder