Sancı.. Sancı...

Necati Tosuner’in kitaplarından söz eden yazıları ve ilanları ta lise yıllarımdan bu yana Cumhuriyet Kitap’ta görürdüm, hep merak ettim, okumayı hep erteledim. Bugüneymiş...
            Sancı.. Sancı... Almanya’daki gurbetçi Türklerden kesitler sunan, kesit kesit ilerleyen bir roman. Hikâyelerini anlattığı karakterleri, kısa bölümler halinde işleyerek, kitabın sonuna kadar her birinin düğümünü çözüyor.
            Bu kitabı başından beri hiçbir anda konusunu ya da hikâyesini diyeyim, merak ederek okumadım. Hikâye değil bana göre bu kitabın derdi. “Hikâye her yerde, herkes anlatıyor,” diyor sanki Tosuner ve “Nasıl anlatacaksın, mesele orada,” diye sürdürüyor.
            Baştan söyleyelim: Sancı.. Sancı...’daki gibi bir dil daha önce hiç karşıma çıkmamıştı. Bütünüyle özgün, farklı, kendi atmosferini çarçabuk kurabilen, okura rahatlıkla nüfuz edebilen ve aynı zamanda da estetik bir dil var karşımızda. Sıklıkla edilgen çatılı fiiller, yüklemsiz veya öznesiz kısa konuşma cümleleri, şiire yaklaşan satırlar. Harikulade. Birkaç örnek verelim.

    ...Petra için hiç de kapalı değildi Osman’ın ne soracağı. Nasıl soracağı, biraz merak verici sayılabilirdi. Sonra ne olacaktı? Bunu düşünmekten kaçındı Petra. Osman da daha düşünmeye bırakmadı zaten. Eğilip hafifçe dudaklarından öptü Petra’yı.
     Bu bir soruydu,” dedi.
     Osman’ın yüzünü okşadı Petra.
     “Bu bir karşılıktı,” dedi.
     Petra’nın elini tuttu Osman, sevdi, avuç içini öptü.
     Bakışıldı.
    Osman’ın yüzünü iki eli arasına aldı Petra. Sevdi. Petra’nın dudağı altındaki kıvrımda parmağını gezdirdi Osman.
     “Petra? Biliyor musun...”
     “Sus,” dedi Petra.
     Osman biraz eğildi, öptü. Petra çekilmedi. Yeniden ve daha uzun öptü Osman. Dudağını aldı Petra’nın, bir şey hızlandı. Öyle, Petra koltukta, Osman biraz eğilmiş.. sonra çekildi Osman.

     “Biliyor musun, çok değiştin, Petra...” diyor Margaret.
     “Değiştirdi beni. Biliyorum. Ben de ne yaptım ya..."
     Arkasını dönüyor pencereye, yaslanıyor.
     “Bir filmde görmüştük hani...” diyor. “Dağcılıkla ilgili bir filmdi. Öyle işte... Onunla bir dağa tırmanıyorduk. Tırmanmaya kalkışmak yanlıştı belki. Ağır geldi. Bir iple bağlıydı bana. Beni de boşluğa çekecekti. Kestim ipi. Ve o...”
     Susuluyor.

Şu iki kısa örnek bile, roman boyunca ne denli içe işleyen ve insanın içini kavuran cümleler okunacağının habercisidir sanıyorum.
Gelelim başka bir yöne, tasvirlere ya da betimleme örneklerine. Öyle iyi düşünülmüş paragraflar var ki kitapta yer yer, sonuna gelene kadar o cümlelerin bir betimlemenin parçası olduğu anlaşılmıyor fakat aniden, pat!, bir resim gözler önünde oluşuveriyor.

Girişteki ışıklar söndürülüyor. Ortalıkta durgun olan bir şey, havada durgun asılı gözüken bir şey daha da ağırlaşıyor ve ağırlık... beklenilen bir çığlığa hazır bu sessizlikle çoğalan ağırlık... ve koptu kopacak çığlıkla havada asılı ağırlığın yere düşecekliği, binbir parça olacaklığı... - hastane.

Peki, ne anlatıyor bu kitap? Açıkçası büyük bir felsefe altyapısı olduğunu söylersek yanılmış oluruz. Bana kalırsa bu romanın insanlık için veya yaşam üzerine söylediği büyük cümleleri yok. Bunun yerine detaylara gözünü diken, sıradan insanların küçük hayatları içinde yaşadıkları durumlara odaklanan ve esas meselenin işte tam da oralarda bir yerlerde olduğunu ima eden bir roman

            Bitirmeden bir de kitabın başındaki ithaftan söz etmek gerekir. Aslan babama… Böyle incelik olur mu?

Yorumlar