Kayıtsızlık Şenliği
Deli adam! Zeki adam! Her okuduğumda beni hayrete düşüren, hem hayrete düşüren hem de kışkırtıp heyecanlandıran kaçık adam... Milan Kundera, küçük küçük kitaplarında, hızla, tortop edip yuvarlayarak cümleleri öyle zekice ve öyle mizahi bir şekilde anlatıyor ki anlatacağını...
Kayıtsızlık Şenliği’nde Paris’te yaşayan dört arkadaş üzerinden anlatıyor derdini. Klasik anlamda bir roman demek kolay değil bu kitaba, daha çok bu dört arkadaş ile ilgili kısa kesitler veriyor. Her kesitte de günümüze, çağdaş dünyaya yönelik tespitler ve tabi ki kayıtsızlık / anlamsızlık / gamsızlık temasıyla.
Alain Paris sokaklarında yürürken kızların göbek deliklerini açık bırakan tişörtler giymelerinden söz ederek, göbek deliğini erotik bir simge seçen dönemi sorgular. Kitabın başında başlayan bu sorgulaması, kitabın sonlarına doğru yargıya ulaşır: Uyluklar, kalçalar ve memeler. Daha önceleri kadınların erotik simgeleri bunlarken şimdi neden göbek deliğidir? Çünkü her kadında uyluklar, kalçalar ve memeler farklılıklar gösterir, özgün nitelikleri vardır. Oysa göbek deliği her insanda üç aşağı beş yukarı aynıdır. Nereye varıyoruz buradan?
Chagall sergisini görmeye giden bu dört arkadaş kapıdaki kuyruktan yılıp içeriye girmekten vazgeçerler mesela. Bu ne demektir?
Devam edelim... Stalin çalışma arkadaşlarına bir av hikâyesi anlatır. Oldukça saçma bir hikâyedir bu. Hepsi onu ciddiyetle dinler. Sonra onun olmadığı bir ortamda, tuvalete gittiklerinde Stalin’in göz göre göre yalan söylediğinden dem vurarak arkasından suçlamalara girişirler. Oysa aslında Stalin basitçe şaka yapmıştır. Gülsünler diye. Peki şakayı neden anlamaz insanlar? Şöyle diyor Kundera: “Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, bana göre, tarih’te yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu.”
Örneğin Caliban ile Charles bir partide birbirleriyle, sırf şaka olsun diye kendi uydurdukları Urduca dilinde konuşurlar. Ve öyle konuştukları için, Caliban gece boyu Fransızca kullanamaz. Korkar. Çünkü onu duyan biri, o ana kadar Fransızca konuşabildiğini saklamasının altında yasa dışı bir şey olduğundan şüphelenecek ve başı derde girecektir, üstelik de bütün olan bitenin yalnızca şaka olduğuna kimseyi inandıramayacağını da bilmektedir.
Yine bu Urduca konuşma meselesi ile ilgili, Ramon Caliban'a şunları söyler, konunun başka bir boyutu: “Charles ve sen, züppelerin uşaklığını yaptığınız bu sosyete kokteylleri sırasında eğlenmek için bu Urdu dili saçmalığını uydurdunuz. Bu kandırmaca eğlencesinin sizi koruması gerekiyordu. Bu zaten hepimizin stratejisiydi. Bu dünyayı ne tersine döndürmenin, ne onu yeniden düzenlemenin ne de bilinmeyene doğru hızla ilerleyen bu uğursuz koşuyu engellemenin mümkün olduğunu anlayalı uzun zaman oldu. Mümkün olan tek bir direniş vardı: dünyayı ciddiye almamak. Ama şakalarımızın gücünü kaybettiğini fark ettim. Neşelenmek için kendini Urduca konuşmaya zorluyorsun. Nafile. Tek hissettiğin yorgunluk ve bıkkınlık.”
Şimdi bütün bunları bir araya topladığımızda ne görüyoruz? Bireyselliği yitirmiş bir çağ. O günün modası olduğu için göbek deliği açık tişört giyen kızlar. O günün modası olduğu için Chagall sergisi gezen kalabalıklar. Farklı olduğunu sansak da, totaliter rejimlerdeki tek tip insan tehlikesi (hatta tehlikeden öteye geçmiş, bariz bir gerçeklik halini almış), günümüzün modern toplumunda da sürmektedir. Nazan Maksudyan kitapla ilgili yazısında bu noktayı güzel özetlemiş:
“Aksine inanmak istesek de diyor Kundera, demokratik Avrupa toplumlarımızda da (totaliter bir rejimde olduğu gibi) yeknesaklık hüküm sürmektedir. Bireysellik ne yazık ki bir yanılsamadan fazlası değildir. Bir rüzgâra kapılmış gibi bir anda kısa bluzlar dar paça pantolonlar giymeye başlarız, saçımızı asimetrik kestirir, şeker/gluten/et yemeyi bırakırız, aynı telefondan satın alırız (sevgilimizin adını anmaz, illa ki aşkım/aşkitom diye kaydederiz), aynı kafeye/sokağa/mahalleye müdavim oluruz, yeni Chagall sergisini katiyen kaçırmayız! Her şeyi iradi olarak yaptığımız hayaliyle yaşasak da ne doğduğumuz ülkeyi seçebiliriz ne yaşadığımız yüzyılı! Ülkeyi terk etmek mümkünse de zamanı terk etmek henüz bilimkurgu. Öyleyse elimizdeki tek kurtuluş biraz şaka biraz kayıtsızlıktır. Akıl sağlığı ve küçük mutluluklar için varoluşumuzun havada yerçekimsiz süzülen bir tüy kadar hafif olduğunu teslim etmek durumundayız.”
Son olarak kitabın beyinlerimize bir mermi gibi sapladığı şu cümleyi de alıntılayarak bitirelim. Alain’in annesinin intihar etmek için bir köprüden atladığı o an. Tıpkı Theo Angelopouolos’un günümüz Avrupası’na yaktığı ağıt gibi... “Sahi, bu düşüş neyin işaretiydi? Arkasından başkası gelmeyecek, katledilen bir ütopyanın mı? Hiç izi kalmayacak bir çağın mı? Boşluğa atılan kitapların, tabloların mı? Bir daha Avrupa olmayacak Avrupa’nın mı? Bir daha kimsenin gülmeyeceği şakaların mı?”
---
Kayıtsızlık Şenliği
Milan Kundera
Çeviren: Ayça Sezen
Can Yayınları
2015
Yorumlar
Yorum Gönder