Bitmeyen soruların romanı: Utanç
Başlamadan belirtmeliyim ki aşağıdaki yazı, romana yönelik hikâyeyi açık edecek unsurlar içerir. Romanı henüz okumamış ama okumayı düşünenler için, önce romanın okunması tavsiye edilir.
---
Taşrada yaşayan kızının yanına gidip onunla yaşamaya başlar. Köy hayatının netameli olduğu sezdirilir devamlı, o tehlike gerçekleşene kadar. Baba - kız çiftlikte yürüyüş yaparlarken üç adam gelir - iki adam ve bir delikanlı. Bu üç adam baba ile kızına saldırır. Adamı banyoda alıkoyarlar, üzerine etil alkol döküp yakarlar. Kızına ise tecavüz ederler. Evi yağmalarlar ve adamın arabasını da alıp kaçarlar.
Bu olayla birlikte romanın ilk bölümündeki ‘cinsel zorlama’ ile ikinci bölüme damga vuran ‘tecavüz’ vakaları, ister istemez bir tür karşılaştırmalı okumaya ya da paralel algılamaya tabi tutulur okurun zihninde.
Baba mütemadiyen kızına şikayetçi olmasını telkin eder ve de oradan taşınmasını, uzaklara gitmesini, Hollanda’ya. Fakat üniversitede suçlanırken David nasıl sessiz kalır ve tüm suçlamaları kabul ettiğini beyan eder, kendini savunmaz ise, kızı Lucy de tecavüzü polise bildirmez ve o köyden ayrılmaz.
Tartışmalara ilk soruyla başlayalım: Baba ve kızın sessiz kalışları birbirine paralel midir? Yaşanan olaylara bir tür ‘haksızlığa uğrama’ penceresinden bakılırsa evet paraleldir. David yargısız infaza uğrar ve kendisinden özür dilemesi beklenir. O ise kendimi savunarak size istediğinizi vermeyeceğim, önünüzde eğilmeyeceğim diyerek kendisini sorgulayan kurula karşı sessiz kalma hakkını kullanır. Kızı Lucy, öte yandan, o köyden ayrılmayacağım, buradan yenilmiş olarak gitmeyeceğim der. Burada yaşamamın diyeti ise ödüyorum. “Burada kalmak için bir bedel gibi tecavüze uğramam gerekiyordur belki,” der babasına, “burada yaşamanın bedeli budur belki de.”
Bir parantez açmak istiyorum. Romanı değerlendiren başka okurlar tarafından dillendirilen yaygın bir görüş var: David kendi ‘saldırısını’ romantize ederek, öğrencisi olan kıza karşı hislerinden dem vurarak olayı yumuşatır fakat aynısı kendi kızının başına gelince öfkeli ve isyankar davranır, deniyor. Buna katılmıyorum. Çünkü öğrenci Melanie hiçbir sahnede David’e karşı koymaz, kaçmaya çalışmaz. Hatta bir gece ansızın onun evine, onda kalmaya bile gelir, yatağında yatar. Olsa olsa ‘çok da istekli değildi’ seviyesinde bir açıklama yapılır David’in ağzından. Dolayısıyla David’in yaşadığı / yaptığı bana göre tecavüzle eş tutulacak düzeyde değildir. Yalnızca yaş farkından ve öğretmen - öğrenci konumlandırmasından ötürü tasvip edilmeyecek bir durum olabilir ortada, fazlası değil. Buradan hareketle de David’in yaşadıkları bana göre haksızlığa ve yargısız infaza uğramadır.
Parantezi kapatıp devam edelim... Lucy’nin orada yaşamasının bedeli olarak değerlendirdiği mesele de David için Cape Town’da, cinsel macerasının bedeli olarak kabullendiği o olayla koşutluk arz eder.
Buraya kadar görünürde olan, üst katman olayları üzerine konuştuk. Alt katmana geçtiğimizde; öğrenci Melanie’nin - siyah olduğu açıklanmasa da sezdirilir - beyaz öğretmene karşı giriştiği suçlama da, taşrada yaşanan siyah adamlar tarafından beyazlara yapılan saldırı da Afrika’nın belleğine işlenmiş bir hıncın dışa vurumu, yansıması, intikamıdır. Her ne kadar iki olayın özneleri konuşmasalar da metnin içindeki bazı ipuçlarından ‘siyahların hıncı’ dolayısıyla bunların meydana geldiğini anlarız. İşte o zaman Lucy’nin tutumunu da anlarız. Her şeye karşın, tüm o kanlı tarihe, insan yaradılışının acımasız taraflarına ve toplumların belleklerine işlenen yaralara inat, “birlikte bir hayatın mümkün olduğuna” yönelik yılmaz bir inanç taşımaktadır Lucy. Bedeli tecavüze uğramak da olsa bu hayalin mümkün olduğunu göstermeye çalışan bir iyilik timsaline dönüşür genç kadın. Ne kadar hazindir: Babasıyla defalarca giriştikleri o tartışmalarda, bu inancını ve isteğini asla doğrudan dile getirmez ve her seferinde David’e, “Anlamıyorsun,” der, “Ne yaşadığımı bilmiyorsun, neden bahsettiğimi anlamıyorsun.” Hakikaten de hiç anlamaz David, bir an bile kızının gayesine yaklaşamaz. Kuşak farkıyla mı açıklanır bu bilemiyorum, yoksa karakter yapısıyla mı? Emin değilim.
İlk bölümde kendisinde hiç kabahat görmeyen ve tüm suçlamaları umursamazlık örtüsü ile kulak arkası eden David, kızıyla yaşadıkça, onu izledikçe, ahlaki bir değişim geçirir. Melanie’nin babasına gider, ve tüm aileden özür diler, pişmanlığını dile getirir. Buraya belki bir ‘acaba’ koyabilirim. Pişmanlığında samimi midir? Kızını hiç anlamamışken o pişmanlık noktasına gelir mi? Bilemiyorum...
Gelelim romanın can alıcı bir başka noktasına. Köpekler... Taşra hayatında, Lucy’nin arkadaşı Bev Shaw bir hayvan kliniği işletmektedir. Burada sahipsiz köğeklere bakılır, her köpeğin belli bir süresi vardır, o süre zarfında biri tarafından sahiplenilmezler ise son bir iğne ile sonsuz uykuya terk edilirler. David de vaktini geçirmek için Bev Shaw’a yardım eder, klinikte çalışır. Şöyle der bir gün köpekler için: “Onlara karşı nazik olalım. Ama bakış açımızı yitirmeyelim. Biz hayvanlardan farklı yaratıklarız. Daha üstün değiliz, yalnızca değişiğiz.” Evet geçmişte beyaz adamın siyahlar için kullandığı bu cümle, köpeklerin simgelediği şeyi de göstermiş olur.
Romanın sonuna geldiğimizde, Lucy’nin komşusu, önceleri yardımcısı, sonra ortağı sonra da komşusuna dönüşen Petrus, Lucy’ye bölgede kendisini korumak için onunla evlenmeyi teklif eder. Tabi karşılığında Lucy’nin arazilerinin sahibi olacaktır. Zaten Lucy’nin bütün başına gelenlerin Petrus’un planı olmadığını kim iddia edebilir ki? Klinikteki günlerinde, David köpeklerin arasında müzik yapar, ezgiler çalarken, çaldığı müzikten etkilenen, müzikle mutlu olan, tek ayağı sakat ve rengi diğer köpeklerden daha açık renkli olan bir köpek vardır. Giriştikleri bir ötenazi seansı boyunca David köpekleri teker teker alıp bir daha kalkmayacakları ameliyat masasına yatırır. Hepsi biter ve geriye yalnızca o açık renkli, müzikten hoşlanan köpek kalır. Üstelik o köpeğin klinikte geçirebileceği bir hafta daha hakkı vardır.
Buraya bir virgül koyup, paralel bir başka kısma geçelim: Tecavüz olayından Petrus’un Lucy’ye evlenme teklif etmesine kadar geçen sürede, David, her fırsatta kızına oradan kurtulmasını, uzaklara gitmesini, oradaki kurallara ve o köy insanlarına göre yaşamak zorunda olmadığını telkin eder. Onu kurtarmaya çalışır. Sonunda Lucy, Petrus’un teklifini kabul edecektir. Arazilerini Petrus’a devredecek, onun yanına taşınacak ve hiçbir şeyi olmayan, ikinci veya belki de üçüncü kadın olarak adamın evine girecektir.
“Hayır buradan gitmiyorum. Petrus’a git ve söylediklerimi ona ilet. Söyle ona, araziyi ona veriyorum...”
...
“Ne kadar alçaltıcı,” diyor David sonunda. “Onca umutlar ve böyle son bulması.”
“Evet haklısın, alçaltıcı. Ama belki de yeniden başlamak için iyi bir noktadır bu. Belki de kabul etmeyi öğrenmem gereken şey budur. Sıfırdan başlamak. Hiçbir şeyim olmadan. ‘Şunun dışında’ demeden. Hiçbir şeysiz. Ne bir kart, ne bir silah, ne arazi, ne hak, ne onur.”
“Bir köpek gibi.”
“Evet, bir köpek gibi.”
Bu diyalogla birlikte, siyahlar ile beyazların birlikte yaşayabilmesine inanan kadın sıfırdan başlamak için Petrus tarafından ‘sahiplenilecektir’.
Şimdi virgül koyduğumuz yere geri dönüyoruz. O açık renkli köpeğe. David dışarı gider ve köpeği alıp ameliyat masasına getirir.
“Onu bir hafta daha alıkoyacağını sanmıştım,”der Bev Shaw.“Ondan vaz mı geçiyorsun?”
“Evet, ondan vazgeçiyorum,” diye yanıtlar David. Aslında kızından vazgeçiyordur. Büyük umutlar peşinde kendisini feda eden ve onun hiç anlayamadığı kızından...
Bütün bu anlattıklarım ne kadar derin, ne kadar çetrefil bir romanla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordur herhalde. En ufak bir duygusallığa, dramatikleştirmeye kaçmadan, hatta tersine, karakterlerine bir nebze uzak bir mesafeden, tasvir ve dil sanatlarına pek başvurmadan, yalın, doğrudan bir anlatımı tercih ediyor Coetzee. Söylemek istediğini asla doğrudan dile getirmiyor. Belki ima ediyor bazen ama çoğunlukla sezdiriyor yalnızca. Sert, keskin, dik duran bir anlatım karakteri var. Sorularla baş başa bırakıyor okurunu, ufak ipuçları veriyor yanında sadece. Az sayıda karakterle, Afrika’nın tüm o acı geçmişini, zihinlere işleyen sömürü, adaletsizlik kodlarını, aslında o coğrafyanın bütün onlar olmasaydı ne kadar da güzel bir yer - şimdikinden çok daha güzel - olabileceğini, o kelimelerin, satırların arasında hiç fark ettirmeden öyle bir sezdiriyor ki...
Olağanüstü bir roman Utanç, olağanüstü...
---
Utanç
J. M. Coetzee
Çev: İlknur Özdemir
Can Yayınları, 2018
Yorumlar
Yorum Gönder