Zenciler Birbirine Benzemez

Bunca yıldır Kaptan’ın izindeyim; şiirlerini ezbere bilir, romanlarını zihnimde döndürüp dururum. Her vakit ondan bir parça okur, eski konuşmalarını dinlerim. Paris’e gittim iki kez, şiirlerinde bahsettiği yerleri, o kafeleri, o otelleri buldum. Maria Missakian’la tanıştığı kafeye de gittim, Claude’la Seine kıyısında yürüyüşünü hayal ettim. Samaritaine’in ışıklarını kurdum kafamda karşısında durup. Gare de l’Est’teki otelleri mi aramadım, Saint Vincent de Paul kilisesini mi? Kaptan benim yazarlık serüvenimde olsun, yaşayışımı şekillendirmemde olsun hep önemli yer tuttu. Onun imge dünyasının içinde yüzdüm. Şimdi asıl soruya geliyorum: Ben bunca yıl, bu romanı nasıl oldu da okumadım? Zenciler Birbirine Benzemez... Tam da Attilâ İlhan’ın dönemleri içerisinde en çok etkilendiğim, en çok araştırdığım, en çok peşine düştüğüm o dönemi, onun ilk gençliğinin bohem atmosferini anlatan bu romanı bunca yıl nasıl erteledim? Hâlâ şaşkınım. 

Kaptan’ın Nâzım Hikmet’i kurtarma komitesi için ilk Paris’e gidişinden önemli anıları içeren bu roman, o tarihlerdeki Paris bohemine, Paris’e bir yol çizmeye değil de kentin o sanat, politika ile dolu bohem havasını yaşamaya giden yabancılarına Attilâ İlhan’ın imge dünyasıyla süslü bir ayna tutuyor. Hatta denebilir ki, bu roman Kaptan’ın o dönemki şiir kitaplarının Sisler Bulvarı’nın, Yağmur Kaçağı’nın bir uzantısı, devamı gibi de ele alınabilir. Her ne kadar bu bir roman olsa da bu roman satırlarının birer şiir dizesi olamayacağını kim iddia edebilir ki? 

İmge dünyasıyla süslü bir anlatı dedim, öyleyse örnek vereyim, ne tür bir imge zenginliğinden bahsettiğimiz anlaşılsın:“...Geceyi dinledi. Ortalık o kadar sessizdi ki, bu ona imkânsız geliyordu. Oda, düzenli aralıklarla bir aydınlanıyor, bir kararıyor; her defasında pencereden içeriye, kıpkırmızı tutuşmuş bir gök parçası düşüyordu.” Peki, imge değilse de şu müthiş benzetme/betimlemeye ne demeli: “...Elinde kocaman bir demet çiçek, Hilde, çocuklukta yaşanmış sonra unutulmuş bir ilkbahar günü, en iyisi bir nisan günü gibi, içeriye giriyor.

Kahramanımız Mehmed-Ali Marsilya üzerinden Paris’e ulaşır ve İstanbul’daki yolunu yitirmiş hayatından kaçarak bu Avrupa kentinde kendine bir yol arar. Gerçekten bir yol arar mı orası da meçhuldür aslında, çünkü bohem, bir yol bulmaktan ziyade arayışın kendisine gömer insanı. Paris’in göçmenlerle dolu yoksul otelleri, ucuz lokantaları, meydan kafeleri... Karşılaşmalar, tanışmalar, o yabancı Avrupa kentinde birbirine yakın durarak ayakta kalmaya çalışan göçmenler. Belirli bir olay örgüsünün olmadığı, hatta bir hikâyenin dahi olmadığı bu kesitler içerisinde, Paris yaşantısının panoraması çizilirken o dönemin politik tartışmalarını da okura sunar İlhan. Mehmed-Ali’nin kaldığı otelde karşılaştığı her bir karakter, dönemin politik tartışmalarının birer prototipi, birer temsilcisi olarak söz alırlar. Mehmed-Ali dinlediği bu kişiler içerisinden bir sentez yapmaya uğraşır gibi görünse de sonunda tereddütler içinde boğulmaktan çıkamayacak hatta dahası hikâyesini âşık olduğu kadınla Hilde ile sonlandırmaya çalışırken bile tereddütlerin kurbanı olacaktır. 

Kitabın sonuna aldığı “Zenciler İçin Kılavuz” yazısında Attilâ İlhan, romanı yazma motivasyonunu, romandaki tartışmaları ve özellikle de Mehmed-Ali karakterinin ‘ne ifade ettiğini’ açıklamaya girişiyor. Diyor ki: “...Paris’te onu (Mehmed-Ali’yi) kuşatanların, her birisi aslında, bir çağrı sayılamaz mı? Her adam ona xx. yüzyıl için bir bileşim önermiyor mu? Yankoviç yıkılmış liberal bireyciliğin; El-Barudi uluslararası komünizmin; Hernandez onun antitezi bir Trotskizm’in; Çang, dini ve mistik bireyciliğin temsilcisi değil mi? Hadi kalkıp bunları, bir otelde rasgele toplanmış, “serseriler” sayın! Hayır, Mehmed-Ali, Hotel de l’Europe’da şüphe, aranış, tereddüt üçgenini, başka kutuplar arasında çizmeye devam ediyor. Yine bileşimler aranıyor. Yine tereddütlere saplanıyor. Fakat bir gün bile insandan umudunu kesmemiştir.”

Peki, Mehmed-Ali için neler söylüyor yazarı: “...Sokaktaki AdamHasan’la bir inkar tipini veriyordu. Yenik, kaybolmuş, kötümser ve kötümserliğini kabullenmiş bir tip. Hasan pasif bir inkârdı. Hiçbir şeyi kabul etmiyor, fakat karşılığında hiçbir şey getirmiyordu. Zenciler...’de Mehmed-Ali aktif bir inkâr. O da, bir itirazlar cehennemini yaşamaktadır: Fakat Hasan’a kıyasla hem daha az kötümser, çünkü bir çıkar yol olabileceğine inanıyor ve bunu aranıyor; hem de daha talihsiz, çünkü bu aranma, bu çırpınma sırasında çatıştığı bir kaosa sürükleniyor. Bu kaos, dev tereddütleri ile gelmeyecek mi? Onun için de Mehmed-Ali “etli kemikli bir tereddüt”tür.

Zenciler...dedim ya o dönemin şiir kitaplarının bir devamı olarak da okunabilir diye. Karakterlerde bile bunun karşılıkları var. Attilâ İlhan kendisi açıklıyor Meraklısı İçin Notlar’ında. Örneğin bu romanda Hernandez olarak karşımıza çıkan, önüne gelene Salamanca’dan bir şeyler anlatanPablo’ymuş. Ah Pablo

Hernandez Sisler Bulvarıdönemi şiirlerinde, Pablo adıyla boy göstermiştir. Her İspanyol gibi onun da bir sürü adı vardı. Düşündükçe en çok ‘Kaptan’ adındaki uzun şiirde ona yer verdiğimi, zaten bu şiirin, Zenciler...’in atmosferini yansıttığını hatırlıyorum. ‘beş franga çorba içtiğimiz julien’in kapısı önünde’ diye bir mısra düşürülmüş ki, romanda Nevzat’la İlhan’ın (bu İlhan da ben olsam gerek) Mehmed-ali’yi yemeğe götürdükleri, faubourg st-denis’deki ucuz lokantadır.”

Şimdi bunu okuyunca nasıl olur da 2016 yılı eylülündeki Paris günlerini hatırlamam? Sıcak bir öğle sonrası, Gare du Nord’dan güneye doğru inerken haritada bir sokak dikkatimi çekti: Faubourg St-Denis. Gel dedim G.’ye şu sokağa girelim. Sokak boyu şaşkınlık: meğer burası Paris’in Türk mahallesiymiş. Dükkânlara tanıdık gözlerle baka baka sokak boyunca yürüdük. Derken şaşkınlığımızın hat safhaya çıkışı sona yaklaşırken oldu. İçimden şiiri döndürüp duruyorum: 
     ...faubourg st-denis’de işte yine pazar kurulmuş
     beş franga çorba içtiğimiz julien’in kapısı önünde
     kırmızı ve siyah ve sarı saçlı bir kadın durmuş
     muzaffer patatesler satıyor...

Kafamı çevirdim ki ne göreyim: Kırmızı ahşap cepheli bir lokanta, üzerinde sarı renkli, eskimiş tabelası: “Julien” yazıyor. 50’lerden 2016’ya, altmış yıllık bir süreden bahsediyoruz ve ben Attilâ İlhan dizelerini kafamda döndürürken beş franga çorba içtikleri Julien’i buluyorum. İnanılacak şey mi?


Pablo’dan sonra gelelim bir başka şiirin bir başka tılsımlı kahramanına: Hannelise! O harika şiirin Hannelise’si de bu romanda Mehmed-Ali’nin âşık olduğu, aşkını bir türlü söyleyemediği, vakur, genç, güzel Hilde’den başkası değilmiş. 

Yeniden romana dönersek, Mehmed-Ali, otelde tanıştığı bütün o insanlarla yaptığı sohbetlerde günün politik tartışmalarının yansımasını bulur fakat hiçbir tarafa meyletmez. Herkesi anlıyor da onun için taraf olamıyor gibi bir hâli vardır. Şimdi bunu götürüp başka bir karakterle ilişkilendireceğim, ne de olsa o da Attilâ İlhan’ın Türkçe’ye kazandırdığı yapıtlardan: Malraux’nun unutulmaz kahramanı, Kanton’da İsyan’ın Garine’i. O da etrafında gördüğü, ya da ortasında kaldığı diyelim, tartışmaları büyük bir dikkat ve anlayışla izlerken insanları anladığını, bunun için de yargılayamadığını söylüyordu. İşte Zenciler...’de Attilâ İlhan’ın yansıttığı ve “kesin bir tereddüt” olarak tanımladığı o durum budur. Hümanizmin sorunsalı. 

Peki, sonunda ne olur? Atmosfer iyice kararır. Yankoviç öldürülür. Hernandez Afrika’ya gitmek için plan yapar. Tereddütler içerisinde kıvranan Mehmed-Ali ise Hilde’ye aşkını itiraf etmeyi tasarlayıp onu Türkiye’ye götürmenin planlarını yaparken içinde bulduğu bir zayıflık ânıyla, kararsızlık ya da güçsüzlükle bu tasarısını yapamaz ve kendisine âşık olan bir başka kadınla, Sevilla ile buluşup Hilde’yle randevusuna gitmez. Artık umutsuzdur. “Paris bizi yendi,” der. Rüzgârlı gecede sigarasını yakmaya çalışırken, o yenilmişlik ve umutsuzlukla yine Paris sokaklarını arşınlamaya başlar. 

Zenciler...’in anlatımı yani dili ve üslubu barok olarak da nitelendirilebilecek detay zenginliği içerisinde bir modern roman anlatısıdır. Attilâ İlhan için söylenen o “sinematografik anlatım” bence daha çok diğer romanları için, hem Sokaktaki Adam hem de Aynanın İçindekiler dizisi için geçerliyse de Zenciler... sinemadan ziyade şiire daha yakındır. Şiirsel bir rüya denebilir belki onun için. Fakat her ne denirse, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Attilâ İlhan’ın anlatım gücü, dil lezzeti - her kitabı için geçerli olmak üzere - eşsizdir. 

Zenciler...’in başat duygusu, tüm romana yayılan o biraz kırık, çaresizliğin ve hayata tutunmanın naif duygusunu anlatan şu cümlelerle bitirelim bu yazıyı: Bizim derdimiz de başka, tabii. Biz mutluluğun yollarını arıyoruz. En iyisi galiba mutluluğun değil de, kahırdan ölmemenin yollarını aramak!

---

Zenciler Birbirine Benzemez
Attilâ İlhan
İş Kültür Yayınları, 2011

Yorumlar