Salgın Günleri


Nicedir başka bir hayat yaşıyoruz. Ne demek başka bir hayat? Akla hayale gelmez, yeni bir düzen, yeni bir yaşama biçimi - elbette yaşama biçimi değil, belki bir gündelik biçimi denebilir mi? - birden hayatlarımızı ele aldı. Olmaz denen şey bir anda gelip orta yere yerleşti. Yılın başından beri haberler geliyor, Çin'de başlayan salgınla ilgili değerlendirmeler, öngörülerde bulunuluyordu fakat kabul edelim salgının gelip de dünyaya bu denli yayılacağını, yaşadığımız semte, mahalleye dek gireceğini beklemiyorduk, buna inanmıyorduk. (Zaten bu tuhaf dönemin öğrettiği yegâne şeylerden biri, "o kadar da olmaz" dediğimiz şeylerin gayet kolaylıkla ve bir çırpıda gerçekleşebildiğini anlamamız oldu.) Hatta mart ayı başladığında bile, şu ülkede çıkmış, bu ülkede çıkmış diyor, içten içe Türkiye'ye gelmeyeceğine, bize uğramayacağına dair bir umut, belki biraz da beklenti, taşıyorduk. Derken geldi. İlk vakadan sonra, günler içerisinde her şey hızla değişti. Okullar kapandı, lokantalar kapandı, mağazalar kapandı, bir kısım iş yerleri evden çalışma düzenine geçti. Herkes evine çekildi ve insanlar birbirleriyle görüşmez, birbirine yaklaşmaz oldu. Sonra evlere yeni bir hijyen anlayışı ve sistemi girdi. Aldığımız bir ürünü önce yirmi dört saat bekletme, ardından sabunla yıkamak gibi, önceden hiç aklımıza gelmeyecek şeyleri günlük bir rutin halinde yapar olduk; tıpkı yolumuza çıkan bir bahçe kapısını açmak için ceplerde peçete aradığımız, yahut da dar kaldırımda karşıdan gelen birini görünce hemen asfalta inip yolun ortasından devam ettiğimiz gibi. Bu karantina hayatı kimine göre sıkıcı ve boğucu, kimine göreyse kendisini geliştirmek, boş vakitleri değerlendirmek adına bir fırsat. Ya benim için? Eh, benim durumum biraz farklı, evde henüz beş aylık bir yavrucak var ve onun bakımı, evin işleri tüm vaktimizi alıyor. Doğrusu ne kendimi geliştirmeye, ne biriken kitapları okumaya ne de vakit bolluğundan sıkılmaya fırsatım var. 

Sabahları, kızım uyanınca, erken saatte onunla birlikte kalkıyorum. Kahvaltıya kadar iki - üç saat birlikte vakit geçiriyoruz. Evin içinde geziniyor, nesneleri inceliyor, mindere yan yana uzanıp çıngıraklarla oynuyoruz. Uykusu gelince onu uyutup hazırlıklara girişiyorum. Sonra maraton başlıyor. G. kalkıyor, kahvaltı yapıyoruz ve ben yukarıya, çalışma odama çıkıp mesaiye başlıyorum. Mesai beşe kadar sürüyor. Akşam olunca, kimi gün güneş batmadan, kimi gün geç saatte dışarı çıkıp yürüyüş yapıyorum. Bu yürüyüş saatleri benim için günün, haftanın, korona günlerinin muhasebesini yaptığım, "z raporu" aldığım, kafamın içini toparlama vakitleri. Aktüelin bombardımanı, salgının yarattığı endişe ve geleceğin belirsizliği insana pek de özgürce düşünme, dilediği tasarılara yönelme lüksünü vermiyor. Zihin ister istemez bir kısır döngünün içinde dönenip duruyor. Her gün tekrar tekrar düşündüğüm bir iki mesele var. Bunların ilki elbette pandeminin nasıl seyredeceği ve önümüzdeki haftalarda, aylarda nasıl bir hayatımız olacağına yönelik tahminler. İkincisi, bu pandemi döneminin ve içinde bulunduğumuz tuhaf sürecin neleri işaret ettiği, neleri gösterdiği ve ne gibi dersleri önümüze bıraktığı konusu. Bir de üçüncü mesele var ki sanırım o başka bir yazının konusu olacak, nostalji duygusu, geçmiş, anılar ve yaşlanma... 


Evet, neler oldu, neler değişti, nelerin farkına vardık bu dönemde? Geçenlerde, Giray'la yaptığımız konuşmada da kısaca bahsettim, salgının ortaya koyduğu en çarpıcı şeylerden biri, güvenli sandığımız hayatlarımızın, pek çok çaba, yatırım, vs. ile kurup içine yerleştiğimiz korunaklı düzenlerimizin hiç beklenmeyen bir anda, nereden geldiğini dahi anlayamadığımız tehlikelerle ansızın yerle bir olabileceği gerçeği. Aklımıza gelmezdi doğrusu. Koca bir medeniyet ne yapacağını şaşırdı. Yarınımızın nasıl olacağı belirsizmiş. Hayatı algılama biçimimizde bir hata varmış belli ki ve bu anlamda bundan sonrası için farklı bir algılama ve bakış gelişeceğini düşünüyorum şahsen. Hiç değilse bireyler bazında. 

Sonra ne kadar kırılgan, ne kadar tehlikeye açık bir yaradılışımızın olduğu gerçeği... Yok beslenme, yok diyetler, bağışıklık sistemi, şu bu, hiçbir şeyin gözle görülemeyen, minik bir virüs karşısında işe yaramaması, koca vücudumuzun, vücudumuzu oluşturan onca sistemin birden darmadağın olabileceği... 

Hastalık gerçeği ve endişesi, eskide kalmış bazı tatsız inançları diriltti, görünürde olmasa da bilinçaltında veya reflekslerde. Nedir? Yabancı korkusu. Tehlike dışarıdan gelir inancı. Biz kabuğumuzun içinde iyiyiz fikri. Şu anda dillerde veya yüzeyde görünür olmasa da bir refleks olarak yerleşti bu inanç yeniden. İnsan görünce paniğe kapılıyoruz, yolda karşımıza biri çıksa gerisin geri yürümeye başlıyoruz. Bu durum ne yazık ki ülkeler ölçeğinde de böyle oldu, sınırlar kapandı ve her ülke kendi içinde savaşımına devam etti. Küba gibi özel ülkeler hariç elbette. 'Dışarıdan gelen' tehlikelidir, 'dışarıdan gelen' taşır içimize kötülüğü, hastalığı... Unutulmuş bazı eski ve kötü inanışlar hortlar mı acaba? Bilemiyorum. İnsanlığın kardeşliği, Avrupa Birliği falan, hepsinin içinin boş olduğu gün yüzüne çıktı. Ha, boş derken insaniyet namına diyorum elbette, yoksa para pul, sömürü, savaş aranacak olursa dolu. Savaş demişken öyle acıklı bir manzara çıktı ki ortaya, işte insanlığın gelip gelebildiği yer burası dedirtti: bir tarafta ülkeler işgal edecek, binlerce insan öldürecek kadar silah, teçhizat yığını var, öbür tarafta da solunum cihazı yetmediği için ölen insanlar... Ne yazık! Batı medeniyeti denen olgunun içi boş bir kağıt olduğu artık tüm dünyanın malumu.

Pandeminin ilk günlerinde şöyle bir fikir dile getirilip duruyordu; bu virüs eşitlikçi, para, dil, din, sınıf ayırmadan vuruyor. Dili dini bilmiyorum ama sınıfsal çatışma konusunda virüs eşitlikçi olsa da insan, medeniyet, kapitalizm öyle olmadığı için uygulamada ciddi bir eşitsizlik yaşandı/yaşanıyor. Hatta bunun unutturulmaya çalışılan sınıfsal ayrıma yeniden dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Reklam filmlerinde "teşekkürler" gönderilerek emekçilerin tabiri caizse "gönlü hoş tutulmaya" çalışılıyor. Fakat tam da bu çaba, teşekkür, minnet, reklamlar, filmlerle örtbas edilip, süslenmeye çalışılan durum üzerindeki örtüyü atıveriyor, ayan beyan görünüyor: kimisi evinden çıkmama, hiç kimseyle temasa girmeme gibi özgürlüklere sahip. Hatta bazıları virüsün yarattığı krizden ve yükselen sektörlerden servetine servet de katıyor. Öte yanda çalışmak zorunda olanlar var. Onlar her gün sokağa çıkmaya mecbur, temas ortamına girmeye mecbur, kendisini riske atmaya mecbur. Bunun pek de öyle şirin teşekkürlerle süslenecek bir şey olmadığına inanıyorum. 

Şimdilerde "yeni normal" denen bir şeyden bahsediliyor. Bunun sosyal hayata yönelik yeni bir normal algısı olduğu anlaşılıyor. Eskisi gibi olmayacak artık hiçbir şey diyorlar. Büyük bir değişim olur mu? Doğrusu pek inanasım gelmiyor. Bugün dahi öyle ciddi bir değişim yokken, geleceğe dönük kalıcı bir sosyal yaşayış değişimi nasıl olacak? Çalışanların sağlığı, hijyen, karşındakini düşünme, vs. bu noktalarda sistemin yeni bir yola gireceğini, yeni normlar belirleyeceğini zaten düşünmüyor. Piyasa ettiği zararı çıkarmak için at aç ve yaralı bir kurt gibi bekliyor. Çarklar yeniden döndüğünde emek yine ezilmeye devam edecek. Fiziki veya sosyal mesafe değişir mi, öpüşme sarılma alışkanlıkları? Keşke değişse ama zannetmiyorum. 

Ne kadar tuhaf, insanlık binlerce yıl boyunca onca değer üretti, savaşlardan, ölümlerden dersler çıkardı, iyi kötü medeniyetler geliştirdi... Fakat bugün, yirmi birinci yüzyılda, insanlığın sanıyorum en önemli değeri olan "sağlık" konusunda temsilcilerini yollayıp, bir araya gelerek, hastalık ve salgınlara karşı ortak bir hareket planı, ortak bir bütçe, güç birliği, bilgi paylaşımı geliştiremiyor. Demek ki hâlâ çok ilkeliz, hâlâ yürünecek çok yol, söylenecek çok söz var.

Yorumlar