'Bir Ölüm Bağışlamak' üzerine

Karmakarışık başlayıp, karmakarışık bir anlatım içinde geliştikten sonra, sonlara doğru birden her şeyin çökelip yerli yerine oturduğu ve edebiyat tarihindeki en dokunaklı, en iz bırakıcı finallerden biri ile insanın boğazında bir yumruk bırakan kısacık bir roman 
Bir Ölüm Bağışlamak.

Önsözde onca açıklamayı niye yapmış, bu romanı önden açıklama gereğini niye duymuş diye düşünüp durmuştum kitabı okurken. Fakat işte o final… O final o âna kadar olan her şeyi, baştan beri -önsöz dahil- yazılmış her şeyi haklı çıkaran, anlamlandıran müthiş final bu anlatıyı alıp benzersiz bir yere koydu.

Önsözde Yourcenar, bu hikâyenin yaşanmış olduğunu, bunu hikâye kahramanlarından birinin arkadaşından dinlediğini söylüyor. Söylüyor ama asıl mesele yaşanıp yaşanmamış olması değil. Zaten niyetinin yaşanmış bir olayı hikâye etmekten çok öte olduğunu da açıklama gereği duymuş: “Bir Ölüm Bağışlamak’ın kendisini veren kızla yan çizen delikanlı hikâyesini aşan esas konusu, aynı tehlikelere, aynı yoksulluklara katlanan üç insan arasındaki o nitelik ortaklığıdır her şeyden önce. […] Sophie’nin yolunu şaşırmış halleri, herhangi birinin hoşuna gitme, ya da herhangi biri tarafından elde edilme isteğinden çok, kendisini hem ruhu hem de bedeniyle verme ihtiyacından kaynaklanır. Eric’in Conrad’a olan bağlılığı, fiziksel hatta duygusal bir tutumun çok ötesindedir; Eric’in seçimi, gerçekte, çetin, amansız bir hayat biçimi ülküsüne, yüce bir arkadaşlık düşlemine denk düşer; bu seçim, onun hayat görüşünün bir parçasıdır; erotikası bile disiplininin bir cephesi olarak belirir. Eric’le Sophie kitabın sonunda buluştuklarında, tensel tutku ya da politik bağlardan, hatta tatmin bulmamış arzu ya da kırılmış gurur yaralarından çok daha güçlü olan o benzerliği, o içtenliği, onları ne yaparlarsa yapsınlar birleştiren, acılarının bütün derinliğini açıklayan o kardeşlik bağını, aralarında geçmesi gereken bir iki kelimeyle göstermeye çalıştım…

Sonunda da kitabın nasıl alımlanması gerektiği ile ilgili bir uyarıda bulunuyor: “Bir Ölüm Bağışlamak siyasi belge değeri için değil, -varsa- insani belge değeri için yazıldı; bu açıdan yargılanmalı.”

Baltık’ta, sanırım Letonya’da, Bolşeviklere karşı savaşan bir küçük grubu anlatıyor yazar. Eski bir şato onların savaş karargahı olmuş. Baştan aşağı bir asker ve tüm hayatını askeri disiplin içinde şekillendirmiş olan Eric ve onun dostu Conrad. Conrad’ın kızkardeşi Sophie. Sophie, Eric’e âşık ve kendisini ona tümüyle vermek isteyen genç bir kız. Şatoda ev sahipliği yapıyor. Eric, sebebini açık olarak tam bilemediğimiz biçimde, hem Sophie’yi çok sever ve ona çok değer verirken, bir biçimde aşkına karşılık vermekten imtina ediyor. 

Eric, Sophie’yi seviyor da, savaş durumundan, Conrad’a olan bağlılığından ya da benzer bir sebepten mi kendisini geri çekiyor, yoksa Sophie’ye karşı şefkatten başka bir şey hissetmiyor mu? Burası net değil. Belki de romanın gizemi burada. Çünkü öyle anlatımlar var ki okurun bu konuda bir karara varması imkânsız. Örneğin:

"...Üstelik, saflığın bu kadarı, en iblisçe hileden baskın çıkmıştı. Bir kadının zıddı olarak görmeyi sürdürdüğüm Sophie’yi sevmiş olsaydım, yüzüme dürüstçe indirdiği bu tokat olurdu sebebi. Aklıma gelen ilk bahaneye sarılıp geri çekildim. Gerçeğin içindeki o iğrenç tadı ilk kez tadıyordum. Yanlış anlaşılmasın: Gerçeğin iğrenç yanı, beni, Sophie’ye yalan söylemek zorunda bırakıyor olmasıydı.
       [...] İşin asıl gülünç yanı, geri çevirme ve kayıtsız kalabilme yetilerim sayesinde sevilmiş olmamdı. Artık gözlerimde boşuna aradığı o ışıltıyı, eğer ilk karşılaşmalarımızda görmüş olsaydı, Sophie, eminim, şiddetle yüz çevirirdi benden."

Sophie, Eric’in reddedişleri sonrasında şatoyu terk eder ve biraz da sanki inattan gibi, Bolşevik bir gruba katılır. Hatta o grup içindeki genç bir adamla aşk yaşar. Derken bir gün, bir köyde yaşanan çatışmada, Eric’in timi karşılaştıkları Bolşevikleri esir alır. Fakat Bolşevik grubun içinde Sophie vardır... Sevgilisi olan delikanlı çatışmada, oracıkta ölmüştür. Ve esir alınanların arasında Sophie görünür. Burada Yourcenar'ın sade anlatımındaki güce bir örnek vermek istiyorum. Birkaç dakikalık bir karşılaşma sahnesini anlatırken Sophie'nın o gururlu, soğuk ve mesafeli ve belki saklamaya çalışsa da biraz kırgın halini, bunların hiçbirisini söylemeden nasıl aktarıyor okura:

    "...İlk inen, kalçasından yaralanmış, sarı saçlı, genç bir dev, basamaklardan birinde ayağı sürçerek yere yuvarlandı ve hemen oracıkta kurşunu yedi. Ansızın merdivenin başında, üç hafta önce, toprağa gömülüşünü seyrettiğim saçın aynı, darmadağın, pırıl pırıl saçlar gördüm. Bana Kratoviçe’den beri, sözümona emirerliği yapan yaşlı bahçıvan Michel, üst üste gelen olaylar ve yorgunluktan alıklaşmış olan yüzünü yukarı kaldırdı ve aptal aptal seslendi:
      “Mademoiselle...”
    Gerçekten Sophie’ydi yukarıdaki. Birini tanıdığı halde yanına yaklaşılmasını istemeyen kadınların o kayıtsız, dalgın selamını verdi bana uzaktan. Ötekilerinkinin tıpkısı kıyafet ve pabuçlarıyla gencecik bir asker sanırdınız onu. İçerinin tozuna ve karanlığına kümelenmiş olan ürkek insan yığınını usturuplu adımlarla yararak, merdiven ayağında yatan sarı saçlı devin yanına geldi; gözlerinde, bir kasım akşamı Texas’a bakarkenki sert ve yumuşak ifadenin aynısı, adama baktı; sonra adamın gözlerini kapamak için diz çöktü. Ayağa kalktığında, yüzü, sonbahar göğü altında sürülen tarlaları andıran boş, tekdüze, dingin ifadesini yeniden kazanmıştı..."

Bu karşılaşmanın ardından da hikâye, sezdire sezdire, ürküte ürküte, o unutulmaz finale doğru tırmanır.

Okuyup bitirdikten sonra, elimdeki kitaba baktım ve bu, bu kadar ince miydi sahiden, dedim., neler sığdı içine.

----

Bir Ölüm Bağışlamak
Marguerite Yourcenar
Çev. Hür Yumer
Adam Yay. 2000

Yorumlar