Kayıtlar

İsveç Kibritleri

Resim
Uzun zamandır dilimizde baskısı bulunmayan İsveç Kibritleri, çiçeği burnunda yayınevi Eriken sayesinde, yeni bir çeviri ve şık bir baskıyla raflarda yerini aldı. İç kapakta, romanın geçtiği Labat Sokağı’nın aydınger kağıdına basılmış bir deseni mevcut, çok hoş. Ayrıca bir de Robert Sabatier’yle olan arkadaşlığı dolayısıyla birinci elden tanıklıklara dayanan ve Sabatier hakkında zihnimizde belirgin bir imge oluşmasını sağlayan Francis Esménard imzalı önsöz de yine bu baskıya zenginlik katan şeylerden biri. Böyle özenilmiş baskılarla karşılaşınca bir okur sevinci oluyor doğrusu.  İsveç Kibritleri, Paris’in Montmartre bölgesinde, çoğunlukla yoksul insanların yaşadığı birkaç sokak arasında geçen, Olivier’yi, Labat Sokağı’nın iyi kalpli, serseri ufaklığını anlatan bir roman. Daha ilk sayfalarda, Olivier’nin içinde yalnızca annesinin yer aldığı küçük çocuk dünyasının, annesinin ani ölümüyle yıkılışına şahit oluruz. Konu komşunun doluştuğu evde, ne olduğunu anlayamayan, suçluluk, korku ve...

'Bir Ölüm Bağışlamak' üzerine

Resim
Karmakarışık başlayıp, karmakarışık bir anlatım içinde geliştikten sonra, sonlara doğru birden her şeyin çökelip yerli yerine oturduğu ve edebiyat tarihindeki en dokunaklı, en iz bırakıcı finallerden biri ile insanın boğazında bir yumruk bırakan kısacık bir roman  Bir Ölüm Bağışlamak . Önsözde onca açıklamayı niye yapmış, bu romanı önden açıklama gereğini niye duymuş diye düşünüp durmuştum kitabı okurken. Fakat işte o final… O final o âna kadar olan her şeyi, baştan beri -önsöz dahil- yazılmış her şeyi haklı çıkaran, anlamlandıran müthiş final bu anlatıyı alıp benzersiz bir yere koydu. Önsözde Yourcenar, bu hikâyenin yaşanmış olduğunu, bunu hikâye kahramanlarından birinin arkadaşından dinlediğini söylüyor. Söylüyor ama asıl mesele yaşanıp yaşanmamış olması değil. Zaten niyetinin yaşanmış bir olayı hikâye etmekten çok öte olduğunu da açıklama gereği duymuş: “Bir Ölüm Bağışlamak ’ın kendisini veren kızla yan çizen delikanlı hikâyesini aşan esas konusu, aynı tehlikelere, aynı yoksullu...

Selim İleri

Resim
Selim İleri aramızdan ayrıldı. Selim İleri demek benim için sonsuz bir yazma hevesi demekti. Ona baktıkça, hep o büyük hevesi, edebiyata olan bitmez tükenmez tutkuyu görüp ürpermişimdir. Tanımıyorum elbette, uzaktan uzaktan, yazdıklarından, söyleşilerinden ve mektuplaşmalarından bildiklerim. Ama sanki öyle geliyor ki bana, ömrünün her bir dakikasını edebiyat için, edebiyatla ilgili şeyler için ve yazarak geçirdi. Attilâ İlhan’a yazdığı mektuplarındaki o edebiyat heveslisi genç Selim İleri, sanıyorum yetmişinci yaşında da hâlâ içinde yaşamaya devam ediyordu.  Bunların yanı sıra Selim İleri bir de büyülü kitap isimleri demektir:  Dostlukların Son Günü, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum, Her Gece Bodrum, Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak, Bir Denizin Eteklerinde ...     

Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme

Resim
Barış Bıçakçı'dan beş yıl aradan sonra yeni kitap geldi. Bu seferki bir öykü kitabı. Sinek Isırıklarının Müellifi ve Seyrek Yağmur 'dan sonra Barış Bıçakçı'nın önceki sesine dönüşü olarak yorumladım ben - iyi veya kötü anlamda söylemiyorum bunu. Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme 'yi okurken 'iyi edebiyatın lezzeti' diyebileceğim şeyi hissettim, tattım. Buradaki lezzetten kastım salt dil lezzeti değil. Öyküleri okurken, biçemin, üslubun yanı sıra, okuma edimi boyunca zihinde cereyan eden sürecin, insana, yaşamaya yönelik keşifler yapmanın, yazarın zaman zaman kurduğu oyunu fark edip onun oyununa katılmanın, bazen karşına çıkan bilmeceleri çözmenin ve bunları yaparken de sonunda kendine yönelik veya yaşamın bir yanına yönelik yeni bir bilgi, bir deneyim, bulup çıkarılmış bir his ile geri dönmenin damakta bıraktığı tat. İşte buna 'iyi edebiyatın lezzeti' diyorum ben.  Bıçakçı bu defa daha bir oyunbaz. İlk kitaplarında da benzer  bir zeka ve tespit gücü vardı ...

Geçmiş ve Gelecek, Anılar ve Hayaller

Resim
                                                                                                         "Geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gider.                                                                                                                               Geçmiş, ancak göze göründüğü o an,...

Salgın Günleri

Resim
Nicedir başka bir hayat yaşıyoruz. Ne demek başka bir hayat? Akla hayale gelmez, yeni bir düzen, yeni bir yaşama biçimi - elbette yaşama biçimi değil, belki bir gündelik biçimi denebilir mi? - birden hayatlarımızı ele aldı. Olmaz denen şey bir anda gelip orta yere yerleşti. Yılın başından beri haberler geliyor, Çin'de başlayan salgınla ilgili değerlendirmeler, öngörülerde bulunuluyordu fakat kabul edelim salgının gelip de dünyaya bu denli yayılacağını, yaşadığımız semte, mahalleye dek gireceğini beklemiyorduk, buna inanmıyorduk. (Zaten bu tuhaf dönemin öğrettiği yegâne şeylerden biri, "o kadar da olmaz" dediğimiz şeylerin gayet kolaylıkla ve bir çırpıda gerçekleşebildiğini anlamamız oldu.) Hatta mart ayı başladığında bile, şu ülkede çıkmış, bu ülkede çıkmış diyor, içten içe Türkiye'ye gelmeyeceğine, bize uğramayacağına dair bir umut, belki biraz da beklenti, taşıyorduk. Derken geldi. İlk vakadan sonra, günler içerisinde her şey hızla değişti. Okullar kapandı, lokantal...

"Hayatın Ucu" üzerine

Resim
Şehrin dışında toplu konutlar, yeni kurulan, tenha mahalleler, inşaatlar... Evlerinden çıkarılıp buralarda yaşamaya zorlanmış insanlar. O evlerin birinde birlikte yaşamaya mecbur kalmış bir baba ile gelini. Hayatın Ucu, sıradan diye tabir edilen insanların hayatından bir kesiti, hiç sönmeyen merak duygusunun eşliğinde getiriyor gözler önüne.  “Baba, sen artık yaşlandın, yalnız yaşama, bizimle kal,” diyerek babasını kendi evine getiren Sedat, bir müddet sonra yavaş yavaş ortalıktan kaybolur. Baba, gelini Aslı ile, küçük bir dairenin içinde yaşamaya başlar. Önce yabancı bir evde yaşamanın zorlukları, alışma süreci kuşatır babayı. Bunalır, bunaldıkça kendini dışarı atar. Oysa dışarıda bir gazete alacak bakkal bile yoktur. Aslı, kocasına kendisini emanet etmiş, bütün gün televizyona bakmaktan başka çaresi olmayan genç bir kız. Şehir çok uzaktadır, hayat uzakta bir yerde yaşanıyordur. Hayatın ucunda kalan bu iki insan, çaresiz, birbirlerine yaslanırlar. Önceleri adaptasyonun ağırlı...

Zenciler Birbirine Benzemez

Resim
Bunca yıldır Kaptan’ın izindeyim; şiirlerini ezbere bilir, romanlarını zihnimde döndürüp dururum. Her vakit ondan bir parça okur, eski konuşmalarını dinlerim. Paris’e gittim iki kez, şiirlerinde bahsettiği yerleri, o kafeleri, o otelleri buldum. Maria Missakian’la tanıştığı kafeye de gittim, Claude’la Seine kıyısında yürüyüşünü hayal ettim. Samaritaine’in ışıklarını kurdum kafamda karşısında durup. Gare de l’Est’teki otelleri mi aramadım, Saint Vincent de Paul kilisesini mi? Kaptan benim yazarlık serüvenimde olsun, yaşayışımı şekillendirmemde olsun hep önemli yer tuttu. Onun imge dünyasının içinde yüzdüm. Şimdi asıl soruya geliyorum: Ben bunca yıl, bu romanı nasıl oldu da okumadım?  Zenciler Birbirine Benzemez ... Tam da Attilâ İlhan’ın dönemleri içerisinde en çok etkilendiğim, en çok araştırdığım, en çok peşine düştüğüm o dönemi, onun ilk gençliğinin bohem atmosferini anlatan bu romanı bunca yıl nasıl erteledim? Hâlâ şaşkınım.  Kaptan’ın Nâzım Hikmet’i kurtarma komites...

Ankara nereye?

Resim
12 Aralık 2018, Çarşamba Tunalı’ya geldim, yürüdüm biraz. Nerede otursam derken, keşke Flamingo dursaydı diye geçirdim içimden. Başka bir pastaneye oturdum, yeni nesil, ‘lüks’ olanlarından. Şimdi pastaneler bile gösteriş merakının mekânları oldular. Oysa eskileri ne güzeldi. Pastane dediğin, sakin, sevimli, kalender yerlerdi. Hele ki öylesi, aile işletmesi bir pastaneye girip oturmak, salep içmek, dilim pasta yemek filan, gönendirirdi insanı. Şimdi? Ne yana baksak aynı görgüsüzlük, aynı şımarıklık, gösteriş furyası her tarafta.  Ankara sokaklarına çıkıp yürüdükçe, çocukluk anılarımı canlandırdıkça zihnimde, bu kadar mı değişir bir kent diyorum. (Daha fazla değişen kentler de vardır, söylediklerim onlar için de geçerli elbet.)  B izim şehirlerimizin belleği yok diyeceğim ama bellek değil asıl mesele. Bitmez tükenmez bir değişimin altında yoğruluyor şehirlerimiz. Kendine has mekânlar, bulunduğu şehre tat ve renk katan, yaşayanların alışkanlıklarında ve yaşayışlarınd...

Nedir yılbaşı?

30 Aralık 2017, Cumartesi Yıl sonu yazısı yazmak güzeldir, güzel olduğu kadar da buruk. Bir yılın bitişi yahut da bir yılın gelişi kutlanır mı? Aslında şöyle sormalıyım: Yeni yılın gelişini kutluyor muyuz sahiden? Mutluluk ve hevesle yaptığımız bir kutlama mı bu? Yoksa... Yoksa her günkü çaresizliğimiz içerisinde, gerçekleşmeyen umutlarımızı, gerçekleştiremediğimiz isteklerimizi ‘bu vesile ile’ hatırlayıp, yapacaklarımız ve yaşayacaklarımıza geçici inanma kaçamağı mı? Bir yılın bitişi neden kutlansın ki yoksa?  30 Aralık 2018, Pazar Ömürden geçen bir yıl daha. Kim bilir kaç yılım kaldı şu dünyada geçirilecek. Tekrar tekrar aynı şeylerden söz etmek istemesem de, inanılamayacak denli bir hızla geçip gitti 2018. Geriye dönüp baktığımda önüne kattığını tortop edip yuvarlayan bir rüzgâr hissiyle hatırlıyorum bu seneyi. Her geçen yıl bir öncekinden hızlı. Artık buna da alıştık. Yaşlanmak demek - başka bazı şeylerin yanında - kabullenmek, kabullenmeyi öğrenmek demek kanımca...

Sevgi Soysal için

Sevgi Soysal'ın "Tutkulu Perçem"i için Sema Kaygusuz'un yazdığı "Vuruş"* adlı yazıdan: . ..Kısacık ömrü boyunca yaşadığı her aşkın, savunduğu her düşüncenin hesabını vermiş, 'cezasını' çekmiş olan Sevgi Soysal'ın bu ilk kitabı, okurla yaptığı boşluksuz bir sözleşmedir. Sonraki yıllarda derinleştirdiği yazınsal anlayışla Tutkulu Perçem 'e hep sadık kalmıştır. Onun kitaplarında katlanmak yanlıştır. İrade her şeyden daha yücedir. İnsan "temiz havaya çıkmak için soluksuz kalmalı"dır. Sevgi Soysal, 'rağmen', 'ama', 'keşke'lerle kaderi pekiştiren, kadının toplumsal tutsaklığını perdeleyen tümceler kurmaz. [...] Bulduğu nesnel gerçekliği, öznel bakışının içinden ayıklayarak gösterir bize; yazdığı ağrıyı iyi tanır. Acıyı abartarak okuru kanırtmaz. Yaşadığı gibi yazmaktadır çünkü. [...] Sevgi Soysal izinsiz bir bölgede, bozkırı bütünüyle gören bir yükseltinin üstünde yazmıştır öyküsünü. Bir sinek vuracağıyla, kar...

Denizi Yitiren Denizci: Lirik anlatım, keskin gerçek

Resim
İlginç, şaşırtıcı, hatta sarsıcı demek daha doğru, bir romanla karşı karşıyayız. Başlarken, vereceklerinin çok azını vaat eden, fakat sonuna gelindiğinde beklenmeyen bu kazançla insana tatmin duygusu yaşatan bir roman  Denizi Yitiren Denizci .  İki bölümden oluşuyor roman, yaz ve kış. Bir mağaza sahibi Fusako, oğlu Noboru ile yaşamaktadır. Bir gün denizci Ryuji’yle tanışır, birlikte olurlar. Noboru odasında duvarda bulduğu bir delikten annesini, annesinin çıplaklığını ve denizciyle sevişmelerini izler. Denizcinin aileye girişi mutlu eder hem Fusako’yu hem de Noboru’yu. Noboru öte yandan bir çocuk çetesinin üyesidir ve bu çete eğitimi reddeden, eğitimin Batı’nın insanları ve onların zihinlerini iğdiş eden bir aracı olduğunu düşünen, ‘nihilist’ olarak değerlendirilebilecek bir çetedir. Ryuji ise modern dünyadan kopuk, denizlerde yaşayan, vahşi, bu haliyle de iğdiş edilmemiş, evcilleştirilmemiş bir Doğuludur. Noboru’nun annesi ise tam tersi, Batıya özenen, onu örnek alan bir...